30 Eylül 2012 Pazar

neyse ki

rüzgâra aşina kısık gözlerimiz
terk etti çoktandır gölgelerimiz
buralarda dalgalı hâlâ deniz
neyse ki boğulmamıştık henüz
sepetlere doldurulmayı reddetmişiz
satılık değildir ilânını yakamıza takmışız
bedenim karar verir dedi bir dost
kaçta uyanacağıma
ve en engelli yoldur müzik, kendimize varmaya
hep kendiliğindeydi hüzünlerimiz,
belki bu yüzdendi böyleliğimiz
yoklara aşina uzunca bir süredir yüreğimiz
saklandı kim bilir kaç kat derine içimiz
duyulmuyor hiçbir ses ve kendi seslerimiz
neyse ki dip sarhoşuyuz henüz
sırf bu yüzden belki de,
bazı sözleri anlamazdan gelmemiz,
ve uzun hikâyelerin, 
sonunu kestirmemiz.

“neyse ki”
j.ak
30.Eylül.2012


15 Eylül 2012 Cumartesi

kiraz çekirdekleri


bin yıl geçmiş olmalı üzerinden
ama, dün gibi aklımda
pazardan şu kadar kilo satın alınmış
bir kese kâğıdı kirazın hüznü.
ağacımı bırakmıştım orada
ve ışıltısı yakamozların
kalmıştı parmaklarımın
ve saçlarımın arasında.
kulaklarım, duymayan kulaklarım.
tüm sesler peşim sıra düşmüş, düştüğüm o yollara
balık olmayı öğrendiğimde kendi sularımda,
susuz ve çaresizdim ben
İstanbul Kırsalı'nda.
artık kirazlar pazardaki tezgâhtan
ve kulaktan dolma doğruların,
ince ve kırılgan belinde buraların lodosu
dayanıksız bir şemsiyeyi tutarken yüreğim,
ağlarını yakıyordu  üzerinde 15B yazan otobüs, gençliğimin.
ve o kiraz çekirdeklerinin,
çöp kutusuyla buluşma anında –ki her biri basket bu arada-
kararım kesin;
satın aldığımız kirazlar nereninse,
ben onları hiç sevemedim...

"kiraz çekirdekleri"
j.ak
15.Eylül.2012

2 Eylül 2012 Pazar

tek derdimiz düşlerimiz olsa


her zaman oturduğumuz yere girdim, bir spor çantayla
ve tıka basa dolu, ağırdı çanta
...

protesto dönüşü ben önde sen arkada,
koşuyorduk polis korteji arasında
tek derdimiz vapuru kaçırmak olsa
koşmazdık belki
...

iyi gördüm seni, bir ağlama nöbeti sonrası
yemek yediğini söyledin elinde ipekli
kenarları iğne oyalı bir eşarpla...
“bu, tanınmamak için” dedin
“sokağa çıktığımda!”
kimi uykular karadır bilirsin kapkara
keşke dedim, keşke bilip gelseydim yanına
kimi uykular uyanıkken uyunur derdik.
tek derdimiz düşlerimiz olsa,
öyle hızlı yürümezdik!
...

yükü hafiflemiş bir çanta,
kurumuş çoktan içindeki terli forma
sanırım almadım, bıraktım onu orada
çıkarken seninle, sevinçle ve kol kola.
döndün de selâmlaştık mı,
gittin de vedalaştık mı bilemedim.
her iki durumda da çünkü
kavranır eller ve sarılır gözler.

“tek derdimiz düşlerimiz olsa”
j.ak
1.Eylül.2012

10 Ağustos 2012 Cuma

rehâvî makamlı...


içi görünmeyen cam bardaklardınız yeşil ve mavi
soldan anlaşılan sol anahtarıyla sınırlı gibi
 ne tarafa doğru yatıktı girdiğimiz halk kütüphaneleri,
ve nerede battı anımsamıyorum bindiğimiz gemi?
isimden türemiş tamlamalarıyla hayatın
sıfatlı üremiş çocuklarına verilen adlardınız
herdaim  inatçıdır;  umutlarınız,
bilmem kaç saatlik konuşmalara bile
bir türlü sığamadınız.
rehavî  kaygılara hasret  tebessümle,
elimdeki acıyı sakladım durdum
gözümden kaçmaya çabalayan hüznüm,
yarı uykuda çeker  saçlarımdan ki
on binlerce kilometre yoladır geri dönüşüm
yalan mı, gerçek mi bilmediğim
o korkulu yeryüzüm.
yaprak kokmuyor,  düştü belki
ne zaman battı anımsamıyorum bindiğimiz gemi.
“şerefe” sesleriyle
aşk şiirleri yankılandı boş bardaklardan
ve kırıldılar hep çok vurulmaktan.
siperlendik kavgamızda,
cephane;
doğrulardı, hani gidiveren dört yanlışla...
derdim sığmazken küçük aklıma
kıskandım zaman zaman kaygılarınızı, acılarınızı
ve memleket aşsızken,
ölüp ölüp bitmenize aşksızlığınıza,
ölüp ölüp bittim...

“rehâvî  makamlı”
j.ak
10.Ağustos.2012

3 Temmuz 2012 Salı

meğer



O yaz  Ağustos böceklerinin en çılgın şarkılarını söyledikleri bir yazdı. Bir semt, bir pazar, kızgın beton yığınları... En eski uykulardan derin bir sohbet var ki,  gerçek oydu belki de. Hâlâ o sokağın başında, o kopkoyu sohbette bulurum kendimi ki, geçenlerde o sokaktan geçtik birlikte. Mutluluğun hüznüydü o an. Ya da hüznün mutluluğu. Hiç bir çaba boşa gitmez deyip duruyordu bir ses kulaklarımda. Bilinç altı, bilinç dışı ya da bir linç girişimi... Sadece bir an. Her biri birer fotoğraf karesi gibi ve biribirlerinden kopuk. Oysa o koyu sohbet hiç bir zaman geçmemişti aramızda. Gerçek oydu, gerçek fena oydu o an.


Deniz kuşlarını ilk farkettiğimde onlar için şiirler yazdırmıştı o farkındalık. Çünkü yazdı. Değirmendere’den kopamayışım bu yüzdendir belki de. Aklıma geldikçe, sanki oralarda hep yaz mevsimini yaşamışım gibi hissederim  kendimi. Kışa dair tek anımsadığım okul servisi ve en arkadaki yerimden ön çapraza dalıp dalıp gittiğim renkler var. Turuncu ve haki yeşilin biribirine en uyumlu renkler olduğunu düşündüren renkler. Ne çok sevmişim o renkleri ben meğer...


Geriye dönüş yolunda kaybolup gider yolunu bulan sular gibi sürü sepet ben'ler. Konuşmaya hiç ihtiyaç yokmuşçasına, ne düşündüğüm sanki bilinmek zorundaymışçasına bir boşvermişlikti o. “Benim bir hayatım var!” gibi bir söz öbeği, olmayan bir beklentiye ancak bu kadar net yanıt verebilirdi ki, hâlâ şaşırabilmenin  iyi bir şey olduğunu bile düşündürebilmişti bana... Fiyasko da burada başlamıştı bana göre. Hiç bir beklenti yoktu ki zaten. Olabilir miydi? Olabilirlik konusunda nasıl bir profil sergilediğimin canı cehennemeydi. O kadar hesaplı yaşamasını becerebilseydim benim adım da “akıllı” olurdu hem. Yaşam öylesine hızlı akmıştı ki o zamana değin, kimler hangi yollardan nerelere vardılar ya da vardıklarını sandılar, bilemedik doğrusu. Anlamak, anlatılarla oluşabilecek bir durum belirleyicisi değil ki. Bir sözcüğün fotoğrafı herkese farklı görseller oluşturduğu sürece de bu böyle kalmaya mahkûm... Oysa ona yüklediğim görev fütursuzcaydı, kendi gibi bilmeliydi beni. Çünkü ben onu öyle bilmiştim. Öyle...


O yüzdendi anı tozlarını havaya doğru saçıp savurmalarım. Onlar benimdiler ve ancak benim tasarrufumda o kadar yükseğe atılabilirler, ancak o derece saçılabilirlerdi...


Suyu zamanında verilmeyen bitkiler gibi büyümüş ve serpilmiş olmanın hezeyanlarıydı ilgiye ve konuşulmaya muhtaçlık, ama herkesten de saklanıp durmuştum nedense. Bir kez bile maçımı izlemeye gelmemiş olan anneme de dahil olmak üzere, gereksiz bir ayrıntıdan ibaret kaldı bir süre sonra herkese dert anlatmak. Kâşifler devri çoktan bitmişti, bu yüzden de kimseye bahsetmedim keşiflerimden. Renk körlüğü bile keşifler arasındaydı ve yeşile mavi, turuncuyaysa sarı denmesine dayanmıyordu bu yürek!


Nasıl da üzülüyorum sahaya sıçma hissiyle çıkmış o kız çocuğunun tribünlerde annesini ararken takındığı o şaşkın ve çaresiz tavra şimdi. Saçlarımla oynama tikim ilk kez gözlerim tribünleri kolaçan ederken oluşmuş ve antrenörüm herkesin önünde “önüne baksana ne yapıyorsun?!” diye azarlamıştı beni. Sesler bir anda buza kesmiş ve yalnızca topun parke zeminde yankılanan ritmi kalmıştı kulaklarımda. Korkmaktan korkmanın saçmalığını, tribündeki reddimle harmanlayıp, her bir seyircinin sanki bunu biliyormuşçasına bana hiç gözükmeyişleri ve tüm antogonist duygularımın harekete geçmesi, davranış bozukluklarımın tamamına zemin hazırlayabilir miydi? “Kavgalar hayatın olmazsa olmazı.” yolunda bir bilgeliğe(!) çanak tutabilirdi belki. Konuşarak anlaşmak olanaksız. Çünkü herkes bağırıyor. Örnek aldığım herkes. Annem, antrenörüm öğretmenim.


Mehmet Çolak. Türkçe öğretmenim. En çok onu seviyorum. Şiveli olmasına karşın Türkçe’yi çok düzgün kullanıyor. Mevsim geçişlerinde üzerindeki kıyafetlerin naftalin kokmasına, ispanyol paçalı gabardin pantolonunda iki ya da üç çizgi olmasına, renk uyumundan bîhaber  olmasına karşın, temiz pak bir adamdı. Kemerli ve kanatları iki yana doğru yayvan bir burnu olmasını, sürekli olarak onu işaret parmağıyla karıştırıyor olmasına bağlayışıma hâlâ gülerim. Mehmet Hoca, müzik öğretmenimiz olmadığı için müzik derslerine de girerdi ve notaları asla doğru sesleyemezdi. Bunu bilir ama ona hiç bir şekilde söylemez, dersi anlatmasını izlerdim sadece. Öyle sert ve ani dönüşler yapardı ki önemli bir şeyler anlatırken, kalın bağlanmış kravatı onca kısalığına rağmen havada bir yay çizer, ön sırada oturanlara hafif bir rüzgâr estirebilirdi tütün kokusuyla karışık. Bu adamın doğru bildiğinin ardında bu kadar sert ve keskin durmasıydı bekli de tam olarak ona hayranlığımın nedeni. En çok önemsediğim ders Türkçe olmasına ve adeta kımıldamadan onu dinliyor olmama karşın günün birinde konuşanın ben olduğumu sanıp yüzüme sert bir tokat aşkettirmiş olması, “yanlışlıkla birine vurmayı” legal hale getirmişti  gözümde ve keşiflerden de sadece biriydi... Kazayla adam ölüyor lâfını haklı kılmaya çalışan otoritelerce yıllardır bu millete neler yapıldığına anlam vermek ve aradan sıyrılıp kazık kadar olunca bunların tamamının insana dair işler olduğunu anlamak ve sonra da mizahî bir anlatımla “az gelişmiş ülkenin az gelişmiş çocuklarıyız”a montelemek son derece yakışıksız esasen. Ama neylersin, dere kenarında yetişen koyu yeşil maydonozlarız biz, en keskin havalarda bile dimdik ayakta kalabilen... Tıpkı ayakta ölen bir paranoyak gibi, durum kollarken bulduk hep sonra kendimizi...


Seninle sohbet etmeyi çok özledim. Ki hiç etmemiştik. Bunu söylemiş miydim bilmiyorum. Hep üstünkörü konuşmalar nedense. Ne kadar kendimi ortaya koyma çabasında olduysam, o kadar ele verdim sakat taraflarımı. Gereksiz bir çırpınış bu tabii ki. Ama bazı refleksler hiç değişmiyor, tikler gibi tıpkı. Ben hâlâ dert anlatmak ihtiyacında olduğum zamanlar, saçlarımla oynarım...


Depremde zarar görmemiş oturduğumuz ev. O evin birinci katındaki balkon kesinlikle daha büyüktü eskiden. Sokaklara doğru gitar çalmak, tribünlere karşı top oynamak kadar anlamsızdı ve gözlerim kimselerin geçmediği o yolda aslında yalnızca bir kişiyi arar dururdu. Çünkü "Let it be" sıkı parçaydı...


Bir semt, beton yığınlarından yüzüme vuran sıcak, oralarda bir yerlerde olmak ve cesur ama aciz parmaklarımla çalmaya çabaladığım gitar neredeyse bir tapınma aracına dönüşüyor, zaman öylece duruyordu. Çizik bir plâk gibi aynı yerden başa sarıyordu kavgaların süt dökmüş bir kediye dönüşünü tekrar tekrar dinlemek. Bir yanı tereddüt, diğer yanı limitsiz güven.


Ne sanat ne metafizik ne de diğer değerler derman olmuştu o yazın sonunda yaşadıklarıma. Ki bir yanda emek ucuzladıkça, diğer yanda konforun arttığı bir dünya gitgide meşrulaştırılmıştı göz göre göre. Kaygı, önüne geçilmez bir duyguydu artık. Uyku zamanları azaldıkça, karanlık anlamsızlaşıyor, gece o güzel büyüsünü yitirdikçe, ben de yitip gidiyordum sanki... Bir süreliğine buralarda olamayacaktım ve bunun kimseyi ilgilendirmediğinden de olabildiğince emindim. Nasıl olsa dertleşmek benim işim değildi, bu yüzden rahattım. Ekmek almaya bile çıkmaksızın aylarca evde olmak, hiç canımı sıkmıyordu. Evde televizyon, internet, telefon gibi iletişim araçlarının olmaması da umurumda değildi. Eve gelen dostların çağrılarını yanıtsız bırakarak dışarı çıkmayı istemememin ardında neler olduğunu daha sonra öğrendim ki, kendimden korkmayı, korkmaktan kormak kadar saçma bulduğum için o kısmı da es geçtim... Okumak bile huzursuz ediyordu. Başladıktan iki sayfa sonra sinirlenip kenara atılmış kitaplar mezarlığı, kütüphanenin en alt rafıydı ve oraya  konuyordu bir ihtimal elim deyer de belki daha sonra okumaya katlanabilirim diye... Bir çoğunu sakince okudum  bir ara, sinirlenmenin oldukça yersiz olduğunu anlamıştım. Odada dekorun bir parçası gibi öylece oturmak ve hiç bir şey düşünmeden karşı duvara bakmak, yapılabilecek eylemlerin en doğrusuydu. Kavganın ve dövüşün en büyüğü, en canhıraş, en yaralayıcı olanıydı. Renkleri, hele turuncuyu ve hâkiyi asla algılayamadığım bir dönemdi o yaz sonu, ki her şey gibi geldi, geçti gitti. Ben oralarda değilken gitti üstelik. Onu uğurlayamadım bile...


Ardıma bakmaya fırsat bulamadım. Çünkü önümde beni  girdap gibi içine çeken bir tempo oluşmuştu. Ayaklarımın feci bir şekilde koktuğunu hissettim. Doktor bunun nedeninin hareketsiz bir yaşam olduğunu söyledi. Ben ve hareketsizlik... Neyse ki ayaklarımdaki o iğrenç kokudan bir ay sonra eser kalmadı. İlginçti insan denen organizma. Şartlara göre kendini şekillendiriyor, alışageldiğinin dışına çıkılınca değişik reaksiyonlar verebiliyordu. Tabanları  iyice yağlamıştım artık. Dışarısı olabildiğince hızlı ve gündelik bir ritmle akıyordu. Yakalayamıyordum. Bir ara hırs yapıp içine girmişliğim bile vakidir ama bir süre sonra öylesine anlamsız geldi ki... Bu inanç ve güven kaybını sorgulamam gerekiyordu. Anlaşılmak gibi bir kaygım kalmamıştı ama anlamak önemliydi.


Ancak gelinen yerde gördüm ki, kimse kendini anlatmıyor, herkes kendini adeta pazarlıyordu... Kimileri dini kullanarak, kimileri Atatürk’ü, Kemalizm’i kullanarak pazarlıyor, kimileri de devrimciliği ve solu kullanarak yapıyordu bunu... Asgari maaşların 700 tl. civarında olduğu yarısı aç bir memlekette hergün 50 lira 100 lira hesabı birahane masalarına bırakarak, yardıma gidenleri de o masalara meze eden devrimcilerle(!) dolmuştu ortalık... Meğer... Ya da hep öyleydi. Hep öyle!


Kurulan tüm cümlelerin kapı kulu askeri meğer!..
Bu dünya oyun oynamak için gerçekten de çok darmış...
Bizlere kimse oyun alanı bırakmamış.
Ben o renkleri ne çok sevmişim meğer... 
Derin derin sohbet etmeyi de çok özledim üstelik. 
Ki bilirsin, daha önce hiç sohbet etmemiştik...


“MEĞER”
j.ak
3. Temmuz.2012


                                                                                        

2 Temmuz 2012 Pazartesi

adresler


yıllardır aynı adreslerde yokluk
ve kayıtsız burjuva rehavetinde
verilen her soluk
makarnalar yağdı ödüllü nobelli
bardaktan boşanırcasına,
şimdi artık
hepimiz şuyuz, buyuz...

aşk da kurban gitti bu arada
dur durak bilmeyen inanç tutkusuna
sessiz düşünebilmeyi başardığımda
bir ara uğrarım yanına.
unutmadım oysa dile kolay
kim bilir hangi çocukluğumda
verirken bakkala,
iki ekmek bir gaste parasını
içimden mırıldanırdım
malûm Lennon parçasını.

yıllardır aynı adreslerde,
mülkiyet meltemi eserken ılık ılık,
ılımlı bir ab grubu programı başlar
ki  hiç bitmez
ki hiç bitmez...

“adresler”
j.ak
24.Haziran.2012


31 Mayıs 2012 Perşembe

GÖKKUCAĞI

tepemizde bir çardak,
çaresiz  aminler sızar
üzerini örten
hasır  deliklerinden.
ne fırtına, ne yağmur, 
ne çamur deyer
ve hasır altı devleri
devir daimleri bu yolların
iyimserlik sıkça müdavimi
olmayacak duaların
duygular, 
ellerine  karışmış aklın 
ki,
emekler gibi nasır...
ve emeklerken
söze yazılan tek satır,
hüzmesinde niyet yağmurlarıyla
yıkanır.

“gökkucağı”
j.ak
31.Mayıs.2012



25 Mayıs 2012 Cuma

dün


soğuk düş etkisi cemre
iz sandık aynada.
karar karartmasına dünkondu
adı değişmiş
günün.
unuttum üstelik; hüzün,
kaçıncı yıldönümün?
bağırtılar boynumda
ölümcül birer düğüm.
çare infaz edildi!
yalnızlık serbest
sürtermiş ayağımız
bilmediğimiz dillerde.
zamansız bir günbatımı
yaramızı örtermiş
ol emri öldürürken umudu
karar karartmasına
dünkondu.

“dün”
j.ak
06.Mayıs.2012

13 Nisan 2012 Cuma

kan basıncı


sözcükler rampa çıkışlarda
artıyor mütemadi kalp vurum sayısı
ki tempo yanlış,
kimler varmış, turnikede ıskalanmış
solgun sesler meğer birer barikatmış.
yenilmek oysa yalnızca yanılmak
ve tozlu ayaklarından bir çift sözü
yokuş aşağı atmak.
şu tiyatro, bu kitap
ve falanca festivalken
sözleri derleyen,
su faturası, ev kirası
ve çocuğu yetiştirmedeydi
terleyen.
engelli koşuların devrik tahtaları,
bilinmeyen yerdedir şimdi
varış levhası
Avrasya romantizmi de bir yere kadar,
köprüleri sallar
aynı tempoda koşanlar.
unuttum gitti, nerede kalmıştık
sözcükler rampada, bir teknik molada
dengesizlik kaçınılmaz
kan basıncı artınca
unuttum sahiden nerede kalmıştık?..
yenilmek oysa yalnızca yanılmak
tozlu ayaklarından bir çift sözü
yokuş aşağı atmak.
sakince yürüyene
koşarak yenilmişiz
yanyana bile oysa
gelememişken
yoldaki sözcüklerimiz...

“kan basıncı”
j.ak
13.Nisan.2012

sakın gitme

yapılacaklar var daha, liste uzun
yol da.
ardından üzülmeyi hiç hesaba katmıyorum
ancak kızabilirim.
bir minibüs mesafesi geliş gidişlerim
ki yapılacaklar var daha!
söylemiş miydim?
bir atkı örmek için hani söz vermiştim,
içiyorduk o sıra, seslememiş olabilirim.
üstelik,
omurgasında varken dışa doğru bir eğrilik,
ilk kez görüyorum
böylesine alnı açık ve dik
durabilen birini.
şimdi diyeceksin ki,
on kişiden dokuzu diyor dediklerini
söcükler anlamını yitirdiğinden beri,
söyleyenlerle oldu benim işim
ve bir minibüs mesafesi şu geliş gidişlerim
sırada kaç 1 Mayıs var?
skor tahtasında olmayan rakamları
tebeşirle yazarız.
yazlarımız,
yolsuz ayazlarımız var yolda.
kızabilirim,
sakın gitme!

“sakın gitme”
j.ak
27.Mart.2012

8 Nisan 2012 Pazar

SPOR GERÇEKLERİ


                 Modern spor dört aşamadan geçerek küreselleşti:

1.      Aşama, Fabrika aşaması:
   Sporun ilk aşaması fabrika özelindeydi. Bu aşamada öncülük İngiltere’deydi. Sanayi devriminin ilk dönemlerinde İngiltere’de işçiler, yoğun bir çalışma içerisine sokuldular. Bu dönemde işçiler günün yarısından çoğunu makinaların başında tüketiyorlardı. Sermayenin işçilere sunduğu ucuz birayla sözümona günün yorgunluğu gideriliyor, işçiler kendilerini yeniden üretemeden makinaların başına dönüyorlardı. Böylece sermaye işçileri rahatça denetleyebiliyordu.
   Bu durum daha sonraları işçilerin örgütlü mücadeleleriyle biraz olsun değişti. İşçilerin çalışma süreleri gün be gün azaldı. 1 Mayıs 1848’de işçiler on saatlik mesai hakkını kazanmışlardı. Artık işçilerin kendilerini yeniden üretebilecekleri özgür zamanları vardı. İşçinin özgür zamanı sermaye için büyük tehlikeydi. İşçiler, özgür zaman süresinde kendilerini yeniden üretebilir, sermayeye karşı örgütlenebilirlerdi. İşte sermaye bu arada sporu yeniden keşfetti. Fabrika takımları kurarak, fabrikalara bir aile görüntüsü vererek, sınıf dayanışmasını bir ölçüde gerilettiler. Sınıf çelişkisinin yerini, “fabrika ailesi” çelişkileri aldı. Firma aşkı sınıf mücadelesini unutturduğu için, saflar yapay olarak sermayedarların isteğine göre oluşturuldu. İşçisiyle, memuruyla, patronuyla bir taraf; yine işçisiyle patronuyla memuruyla karşı taraf olarak, kıyasıya spor adlı serüvene atıldılar.
   Bu serüvenin sonucunda kazanan taraf kuşkusuz emekçiler değildi. Son çözümlemede atılan gollerin tümü, patronların hanesine yazılıyordu. Sporda aslan payı yine patronların tekelindeydi.
2.      Aşama, Mahalle Aşaması:
Fabrika aşamasının getirdiği avantajlarla, egemenler sporu, özellikle futbolu mahallelere taşıdılar. Egemenler mahalle takımlarını kurdular. Burada amaç, değişik kesimlerdeki değişik kategorideki insanları karşı karşıya getirmek ve onlar arasındaki sınıfsal çelişkilerin yerine, sahte dostluklar sahte düşmanlıklar yaratmaktı. Kuşkusuz burada kaybeden, sınıfsal yapısı itibarıyla sermayeye karşı mücadele verebilmek için, dostluk dayanışma ve kardeşlik duygusuyla örgütlü olmak zorunda olan işçi ve emekçilerdi. Uyduruk spor çelişkisiyle işçiler ve emekçiler mahalle aşamasında da karşı karşıya gelmişlerdir. Mahalleler mahallelere rakip yapılmış, sermayenin isteği bir ölçüde yerine gelmiştir.

3.      Aşama, Kent Aşaması:

Özellikle kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması aynı zamanda burjuva spor düzeninin kentlere taşınmasını da peşisıra getirdi. Artık spor, kentler arası bir yarışmanın bir savaşımın öznesiydi. Böylelikle sermaye spor aracılığıyla kitleleri sömürünün kaynağından başka taraflara uzaklaştırabiliyordu. Bu aşamada ülkemizde yaşanan bir örnek hâlâ kara bir leke olarak spor tarihimizde duruyor. Anımsamak gerekirse; İkinci profesyonel liglerin oluşturulduğu dönemde, bir Kayseri-Sivas faciası yaşanmıştır. Kayseri’de oynanan Kayseri-Sivas maçı sonrası provokatörlerin körüklemesiyle çıkan olay alevî-sünnî çatışmasına dönüştürülmüş, sonuçta yaklaşık kırka yakın vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Bugün bile hâlâ bu yaralar sarılmış değildir.

4.      Aşama, Ulusal Aşama:

Sermaye sporu keşfetmişti. Spora kendi ideolojisinin damgasını vurmuştu. Ekonomik sosyal, kültürel olaylar sonucunda, ezik düşmüş ulusların bu duygularını tamir etmek için sporu önlerine sunmuştu. Sporda kazanılan her başarı sözde ulusların yükselişini simgeliyordu. “Avrupa avrupa duy sesimizi, bu gelen Türklerin ayak sesleri”, “Samiyen herkese mezar olacak!” vb. sloganlar Avrupa karşısında her alanda olduğu gibi sporda da ezikliğimizin tepkisiydi. Sonuç olarak spor dediğimiz etkinlikler, yeni aşamada ulusları bile aşmıştır. Yakın gelecekte ulusal maçların yerini holding kulüplerinin alması kaçınılmaz görünüyor.

          İngiliz Emperyalizmi ve Spor

   G. Petrof  “Ak Zambaklar Ülkesinde” adlı yapıtında o dönem Avrupası’nda futbolun gelişmesini şöyle anlatıyordu: “Napolyon yirmi ulusun kuvvetlerini Rusya’ya karşı topladı. Moskova’ya kadar vardıysa da burada yok edildi. Fransa’ya güçsüz dermansız döndü. Napolyon’un savaşlarından çok yorulan Avrupa toplulukları, İngiltere’nin sürekli savaşların baş sorumlusunu (Napolyon’u) yakalamasından memnundular. İngilizler’in yenilmez enerjilerinin önünde saygıyla eğiliyorlardı. Avrupa gençliği kendilerini İngiliz sporlarına, bu arada İngiliz sporlarının en kaba biçimi olan, bir topu tekmelemekle oynanan futbola vermişti. Futbol din gibi birşey olmuştu. Ondan çok zevk alıyorlardı. Onu bir bilim, bir sanat durumuna getirdiler. Futbol bütün bir kuşağın düşüncelerini,gözlerini kaplayan garip bir tutku olmuştu.”
   Tarihsel bir döneme “Güneşi Batmayan Ülke” olarak damgasını vuran İngiliz emperyalistleri tarafından sömürge ülkelerine taşınan futbolun yaygınlaştırılmasındaki temel etken kuşkusuz yalnızca eğlenmek, oyalanmak değildir. İngiliz emperyalistlerinin ideolojik araçlarından biridir futbol. “Asılacaksan İngiliz Sicimi ile Asıl” yaklaşımı, “Oynayacaksan İngiliz Gibi Oyna” olarak kendisini futbolda ortaya koyuyordu. İngilizler için şekil değil, sonuç önemliydi.
   Emperyalist kapitalistlerin kitleye yaklaşımını sporun içeriği çok açık ortaya koyuyordu. “Güçlüler ayakta kalmalı, zayıflar ayıklanmalı”, daha başka bir deyişle “itaat etmeliydi.”

           Finans Kapitalin Sporu

   Günümüz sporuna finans kapital damgasını vurdu. Zaten kirli olan spordaki ilişkiler iyice kirletildi. Yeşil çuhalar yeşil çimlerden daha da önem kazandı. Şike, kumar, siyaset, doping, mafya, şiddet, küfür vb. illetler sporu bütünüyle kuşattı. Oyundan spora büyük bir yabancılaşma yaşandı. Oyunla bütün bağlarını koparan ve vahşi kapitalizmin ideolojisiyle sarmalanan spor, metalaştırıldı. Sporcular da şovmenleştirildi. Spor oyun, sporcu da oyuncu olarak kalamadı; Oyunla sporu eşitlemek olanaksızlaştı. Arenalar postmodern bir tapınağa dönüştürüldü. Spor kitleleri avutmada, uyutmada dini bile solladı.

   Çocuklar, gençler en doğal hakları olan oyun alanlarından yoksun bırakıldı. Oynayamayan, yalnızca seyreden bedensel ve ruhsal açılardan sağlıksız bir nesil yaratıldı. Spor kazanç hırsını yaydı. Gençlere sporla köşeyi kestirmeden dönme umudu aşılandı. Bireysel kurtuluş umuduyla spora sarılan apolitik bir gençlik oluşturuldu. Gençler tembel öğrenci, kaytaran çırak olarak gelişme çağını tüketti ve entelektüel açıdan çok geri kaldı. Dönen spor çarkı özgürlüğü değil, sömürüyü yeniden üretti durdu. Frankolar Salazarlar (3F’ler) unutturuldu. Finans kapitalin spor arenalarındaki “Çağdaş Gladyatörlük Düzeni” tartışılmaz bir tabu yapıldı. Estetik bir ameliyatla masumiyet maskesi takılan spor; Sağlık, eğitim ve üretim ilişkilerinin dışına itildi.

   Yaşam kalitesinde Türkiye’nin benzeri Avrupa ülkeleri karşısında geri kalmasında sporun da önemli rolü vardır.

   “Yaşam” ve “sağlık” konusunda Türkiye’nin durumunu en ileri ülkelerle değil, aynı “küme”de bulunduğumuzu varsaydığımız, on iki Avrupa Birliği ülkesi ile kıyaslamalıdır.

    “Renk körlüğü” “kent aşkı” sürekli körüklendi ve sporda taraf olması gerekenler de fanatik taraftar olarak bu kervana katıldı. Sınıf bilinci arenalarda geri plânda kaldı. Sınıftan yana olduğu savında olanların spora yaklaşımları da bilimsel değil, tepkisel oldu. At yarışları, İddia, Spor-Loto, Spor-Toto ve benzeri sözde şans oyunları, özde kumar tutkusunu ön plana çıkardı. Yerli yabancı sporcu transferleri, ligin falına bakılması aydınların da uğraşları oldu. 12 Eylül döneminde futbolun iç politikaya dönük işlevinin tamamlandığı, spora ve özellikle futbola büyük yatırımlar yapıldığı görülemedi. “Politika tatile çıktı, yaşasın futbol” söylemiyle yazarlar, çizerler, sanatçılar, edebiyatçılar ve hatta sendikacılar tribünde yerlerini aldılar. Ve biraz da ‘entelektüel solun’ üzerinden “spor, imtiyazları eşit bir kamusal alandır” masalı kitlelere yayıldı. Spor ortamı bütünüyle Üç Maymun’u oynayanlarla oynatılanlara kaldı.

      Patronların, Şirket Kulübü Yerine Kitle Kulübü Tercihi

   1950’lerden itibaren ağızlarda sakız yapılan “futbolda çağdaşlaşma, kulüplerin şirketleşmesinden geçer” tekerlemesi nedense bugüne kadar ağırlıklı olarak yaşama geçirilemedi. Bunda en önemli rol kuşkusuz kulüpleri yöneten ağalarındır. Yönetime seçildikleri andan itibaren gizli-açık, özel işlerini yönetici kisvesiyle güven içinde yürüten işadamı yöneticiler, şirket kulübü olmak yerine kitle kulübü olmayı yeğlediler. Böylelikle kulüpleri yöneten patronlar, hem geniş tanıtım olanaklarına kavuştular, hem de paracıklarını riske atmadılar. Kendi özel işlerini verimlilik ve kârlılık prensipleriyle yönetip, holdingleşen bu patronlar, yönettikleri kulüplere bu anlayışlarını taşımadılar, yönettikleri kulüpleri borç batağına attılar.
   Kitle kulüpçülüğü uygulamasının sermayeye daha çekici gelmesinin ardında şu gerçekler yatmaktadır: Spor etkinliklerinde kamu yararı gözetiliyor iddiası ortalığı tozu dumana katmakta, sonuçta patronlar belediye başkanlarını, valilikleri, emniyet amirlerini kolayca devreye sokarak şahsi işlerinde kullanabilmektedir. Şu anda Türkiye Profesyonel Ligleri’nde yer alan kulüplerin yönetimleri ya doğrudan belediyelerin sırtında, ya da dolaylı olarak belediyelerin sorumluluğundadır. Nereden, nasıl, neyin karşılığında sağlandığı belli olmayan, büyük ölçüde kayıtlarda belirtilmeyen ekonomik olanaklar, gerek transfer ve gerekse tüketim, adresi belli olmadan bazı kişilerin hızlı ve yaygın tanıtımları için kolaylıkla çarçur edilmektedir.  Türkiye’de kulüp kasasıyla yöneticilerin cepleri birbirine karışmakta, bu arada hatırı sayılı miktarda dolara duş yaptırılmaktadır.
  

   Transfer mi Köle Ticareti mi?

   Sanılanın aksine, Türk futbolu gelişmedi, yalnızca tekelleşti ve yabancılaştı. Transferde dönen baş döndürücü rakamlar tavan ile taban arasındaki uçurumun giderek derinleşmekte olduğunun açık kanıtıdır. Gerçekte, transfer adı altında sporcuların sadece emekleri değil, kendileri de pazarlanmaktadır. Futbolcu döktüğü terin karşılığını belirleyen tartışmaya özgürce katılamamaktadır. Daha da doğrusu futbolcu örgütsüz olduğu için, yönetici ile masaya eşit koşullarda oturamamaktadır. Köle pazarındaki uygulamayla, futbol emekçilerinin alım, satım, kiralama işlemleri büyük benzerlikler göstermektedir. Transfer yönetmeliklerinde sporcuya çalışacağı işyerini bile özgürce seçebilme yolunu tıkayan bir sürü engel bulunmaktadır. Yürürlükteki yasalar ve yönetmelikler, sporcunun özgür bir birey değil, sadece meta yani “mal” olduğunu ortaya koymaktadır. Kulüp ile futbolcu ilişkisi, işçi ile patrondan çok, efendi ile köle arasındaki ilişkiyi anımsatmaktadır. Kesin gerçek şudur ki, yasal süresi belli olmayan futbol emekçisinin geleceği, yöneticilerin iki dudağı arasındadır. Kısacası günümüzdeki transfer uygulamasının en iyi tanımı “meslek yaşamının herhangi bir aşamasında nerede, kiminle çalışacağı konusunda her türlü söz hakkının futbol emekçisinden esirgenmesini amaçlayan bir kısıtlayıcı ağ” şeklinde olanıdır.

   Modern sıfatlı sporlar başlangıçta egemenlerin uğraşı oldu. Egemenlerin sınıfsal çıkarları gereği sporu işçi ve emekçi sınıflara yayma girişimleri, önceleri işçi sınıfının önderlerince sert tepkiyle karşılandı. İşçi önderleri sporu bir “Truva atı” olarak değerlendirdi. Sınıf mücadelesinde burjuvaların avantaj yakalayacağının bilincine varan işçi ve emekçiler, İsveç’de 1891 yılında yayımladıkları işçi gazetesinde spora karşı tepkilerini, şu sözlerle dile getirdiler: “Spor, iş ve çalışmanın kötü bir taklididir. Bu nedenle de toplumun tembel ve üretime katılmayan kesimleri tarafından uygulanır, onlar tarafından el üstünde tutulur. Bu niteliğinden ötürü sosyalist devrim, spor etkinliklerine son vererek, bu çöküntü dönemini kapatacaktır.” Yine 1912 yılında İsveç Sosyal Demokrat Gençlik Dernekleri Federasyonu, yayımladıkları bildiride spordaki şovenist gelişmelerin altını çizerek şu görüşlere yer verdi: “Sosyal Demokrat Gençlik Kulüpleri’nin görevi, bu kötü spor ilgisine karşı savaşım vermektir.”

   Özellikle sporun günümüzdeki şövenist anlayışına karşı çıkmak başlıca sorunumuz olmalıdır. İşçi sınıfı hareketinin amaçladığı ekonomik ve sosyal devrim, ancak halk sağlığı sorununu çözebilir. Almanya ve İskandinav ülkelerindeki işçi önderlerinin “burjuva uğraşı” tespiti ile spora karşı aldıkları tavır sporun işçi sınıfı saflarında yayılmasını engelleyemedi. Bunun üzerine işçi önderleri tavır değiştirerek “Spor bir halk hareketine dönüşmüştür. Kapitalist sistem sürdükçe spora sosyalist bir öz vermek olanağı yoksa o zaman işçi ve emekçiler sporda ayrı örgütlenmeye gitmelidirler” tezini savunmaya başladılar. Bu tarihsel yanılgı ve teslimiyetin sonunda sadece Almanya’da işçi spor kulüplerine kayıtlı işçi sporcular kolaylıkla SA’ların hedefi oldular. Azımsanmayacak sayıda işçi sporcu SA’lar tarafından katledildi. Sözün özü, emekçiler spora karşı çıkmakla ya da sporda ayrı örgütlenmeye gitmekle spor ortamında var olamadı.


    Sözün özü, Spor arsada güzel ve temiz, borsada çirkin ve kirlidir!

   (Spor emek-sen) 

Spor Emek-Sen Amacı



   Türkiye’de spor denince akla futbol, futbol denince de akla parmakla sayılabilecek sayıda elit futbolcu gelmektedir. Sermayenin uydurduğu bu sahte ortamda sporcuların örgütlenmesi ise, gereksiz görülmektedir. Oysa trilyonlar kazanan elit futbolcularla, spor emekçilerinin genelini özleştirmek, sermayenin sınıf çıkarları gereği ortaya koyduğu bilinçli bir propogandadır. Bu durum spor ve sporcu gerçeğini yansıtmamaktadır.

    Sporcuların gerçek durumundan yola çıkan ve emeğin öncelikli değer anlayışını benimsemiş, şimdilik bir avuç spor emekçisi  sistemden kaynaklanan ve yüzbinlerce spor emekçisini içine alan spordaki sömürgeye son vermek amacıyla sporda örgütlenerek Devrimci Spor Emekçileri Sendikası (Spor Emek-Sen)’nı kurmuşlardır.

   Spor Emek Sen’in spora ve sporcuya ilişkin görüşleri ve bu alandaki mücadele biçimi şöyledir. Günümüzde spor bir oyun değil, sporcular da oyuncu değildir. Oyun spora bir dizi kural bırakmış, sermaye oyunun kurallarını vahşi kapitalizmin rekabet ideolojisiyle kuşatıp metalaşan bir spor sektörünü ortaya çıkarmıştır. Spor çok açıktır ki oyuna dayalı zeminini yitirerek katıksız bir işe dönüştürülmüştür.

   Spor, sosyal alan içinde bir eylem biçimi olarak ele alınmalı, sporcular da bu sosyal alanın içinde değerlendirilmelidir. Çalışma (emek) ile spor karşılaştırıldığında sporun bir iş kolu, sporcunun da emekçi olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Oyun, amacı kendinde olan dış bir amaca hizmet etmeyen bir eylem biçimidir. Çalışma(iş) yaşamımızı devam ettirmek için sürdürülmesi gereken bir çabadır. Sporcu kesinlikle oyuncu değildir. Spor; sporcunun ekmek parasını kazandığı ya da kazanabileceği varsayımıyla tüm gününü spora adamak zorunda bırakıldığı bir eylem biçimidir.  Kısa ve net: Sporcu, mesleği spor olan kişidir. Sporun kendi kendinin amacı olmadığı, aksine modern üretim tarzının bir sonucu olduğunu kavramak, bir anlamda sporu kavramak demektir. Günümüzde sporcu, spor kurumlarında lisanslı spor yaptırılan veya bu iş yerlerinde çalıştırılan “spor işkolundaki” işçilerdir. İster amatör ister profesyonel sıfatlı olsun, tüm sporcular aynı işi yapmaktadırlar. Bu nedenle tüm sporcuların sosyal güvenlik hakları vardır. Ülkemizde profesyonel sıfatlı sporcular, sigortalı ama sosyal güvencesiz; amatör sıfatlı sporcularsa, hem sigortasız hem de soayal güvencesiz çalıştırılmaktadır. Ayrıca sporda güvencesiz çalıştırılan teknik direktör, antrenör, masör, malzemeci, hakem, gözlemci, saha komiseri, kaloriferci, elektrikçi, sağlıkçı vb. spor emekçileri bulunmaktadır. Tüm spor emekçileri sosyal güvenlik sistemi içine alınmalıdır.

   Durum böyleyken, spor emekçileri düzenin egemenleri tarafından iş kanununun emekçilere sağladığı olanaklardan bile yoksun bırakılmaktadır. Oysa ki spor emekçileri çok ağır koşullarda bedensel ve ruhsal olarak yıpratılarak adeta yarış atına dönüştürülmüştür. Bu nedenle sadece iş kanununun sporculara uygulanması yeterli değildir.

   Kapitalizm insanları daha yüksek kapasitelere yönlendirmektedir. Rekabet ideolojisi spora da damgasını vurmuştur. Sporcudan bekleneni Modern Olimpiyatlar’ın kurucusu Baron Coubertin; “Daha hızlı, daha yükseğe ve daha güçlü” olarak özetlemiştir. İdolleşmiş bir sporcu ya da takım, beklenen kapasiteyi ortaya koyamadığı anda, spor kamuoyunun tepkisiyle karşılaşmaktadır. Durum böyle olunca verimliliği ve kapasiteyi artırmaya yönelik çalışmalar, bilimin de devreye girmesiyle sporda tam gün çalışmayı gerektiren özel uğraş alanı yaratmıştır. Bu anlayışın içinde sporu zaafla, tereddütle, isteksiz yapmanın kesinlikle bağdaşır yanı kalmamıştır. Sporda en üst düzeydeki verimlilik, yani rekor ya da şampiyonluk tek hedeftir. Bu hedef sporcuya ne pahasına olursa olsun kazanmayı dayatmıştır. Sporcudan bedensel kapasitesini rasyonel ve temkinli kullanması değil, zorlaması hatta giderek vücudundaki yaşamsal rezerv kapasitesini devreye sokması istenmektedir. Spor yapmak, toplumsal verimlilik beklentilerine yanıt verebilmek için, kapasiteyi ve verimliliği en üst düzeye çıkartmak demektir. Bunun karşılığı ise tam gün mesaisi olarak kabullenilebilir. Spordaki kapasite ve verimlilik ilkesi, amatör, profesyonel ayrımının aldatıcılığını ortaya koyar. Bir sporcunun tüm gününü spora verme zorunluluğu maddi desteği zorunlu kılar. Sporcu masa üstünden destekleniyorsa profesyonel, masa altından destekleniyorsa gizli profesyoneldir. Amatörlük ve centilmenlik burjuvazi tarafından tarihe gömülmüştür.

   Sözünü ettiğimiz gerçekler doğrultusunda, spor emekçilerine yönelik “özel bir spor iş yasası” çıkartılması Devrimci Spor Emekçileri Sendikası’nın birinci hedefi ve temel görevidir.
   
Sendikamız öncelikle “Spor İş” yasasının çıkartılması için mücadele edecektir.                   

            



6 Nisan 2012 Cuma

Üç Maymunu Oynayanlar ve Oynatanlar...



   Spor evrensel bir olay mıdır; yoksa tarihsel bir olay mıdır? Bu soruya kestirmeden sporda kazananlar için evrensel, sporda kaybedenler için ise tarihsel bir olaydır denilebilir. Şimdi sesli düşünelim, spor , sanat, kültür vb. gibi doğrudan üretici olmayan etkinliklerin tarih sahnesine çıkabilmesi için hangi ön koşullar gerekli idi?

   Avcılık ve toplayıcılıkla tam gününü yaşam kaygısıyla geçiren toplulukların spora, sanata, kültüre ayırabilecekleri zamanları ve takatları olabilir miydi? Kuşkusuz olamazdı. Çünkü bu topluluklarda üretim fazlası ve üretim fazlasına el koyan sınıf daha ortaya çıkmamıştı.

  Bu gerçeklerin ışığında tarihsel süreç irdelendiğinde spor etkinliklerinin köleci toplumla birlikte başladığı öne sürülebilir. Bir başka deyişle sporun tarihi aynı zamanda sınıfların da tarihidir. Köleci toplumda, spora ayıracak boş zaman lüksü efendinin tekelinde olduğundan, tarihin ilk sporcuları da onlar oldular.

   İlk olimpiyatlar efendiler arasında bir gövde gösterisi idi. Eski olimpiyatlarda şampiyona verilen ödül, hafızalara kazındığı gibi sadece bir zeytin dalı ile sınırlı değildi. Amatörlük efsanesi de içi boş bir kavramdı. 

   Olimpiyat şampiyonu adeta yeni bir servet sahibi oluyordu. Olimpiyatlarda büyük ödül yüz amfora dolusu zeytinyağı idi. Şampiyon kazandığı ödülü nakde çevirdiği anda Atina’da çok lüks bir ev satın alıp, ayrıca altı tane köye sahip olabiliyordu.

   Feodal toplumun sporcuları efendiler değil, efendileri adına ölesiye dövüştürülen köleler, yani gladyatörlerdi. Kanlı Roma arenalarında yaşanan dramatik öyküler, birçok filmin konusu olarak bu günlere de taşındı.

Peki, insanlık sporsuz bir dönem yaşadı mı? Evet; İnsanlık sporsuz bir dönem yaşadı. İşte bu nedenle biz sporun evrensel değil, tarihsel bir olay olduğunu öne sürmekteyiz. Karanlık çağ diye anılan dönemin egemeni kilise, iktidarı boyunca sporu yasakladı, sporu günah saydı. Çünkü kilise, kendi iktidarını riske atacak hiçbir bedensel çalışmaya çıkarları gereği izin vermiyordu.

   Bu durum, kilise iktidarının yıkıldığı 19. yüzyıla kadar sürdü. Burjuva demokratik devrimi aynı zamanda sporun da yeniden tarih sahnesine çıkmasını sağladı. Bu dönemde kapitalist sanayinin laboratuarı sayılan İngiltere, aynı zamanda sporun beşiği oldu.

   Modern spor, zafer yürüyüşüne İngiltere’de başladı. Spor organizasyonlarında en büyük sıçrama 1871 ekonomik buhranının hemen ertesinde gerçekleşti. O dönemi Amerikalı bir yazar şöyle anlatıyor: “Bunalım yıllarında spor çok geliştirildi. Sporcu ve seyirci katılımlarında büyük artışlar sağlandı. Spor aracılığıyla çökük moraller onarıldı.”
   Spor tarihinde ilk profesyonel sporcu ve takımların, bunalımın en fazla kendini gösterdiği kömür ocakları ile fabrikalardan çıkması, sporun buhranı gizleyen önemli bir araç olduğunun göstergesi değil mi? Spor camiasının devlerinden Spalding’in yalnızca ilk spor kulübünü kurmakla yetinmeyerek, beyzbol ligini örgütlemesinin ardındaki gerçek nedir? Kuşkusuz öncelikle, spordaki gelir ve kâr potansiyeli sermayeye çekici gelmişti.
   Kulüpleşmek, büyük stadyumlar yaptırmak kitlesel ilgiyi arttırıp, örgütleyerek para kazanmak, sermayenin iştahını kabartan unsurlardı. Bu arada ortamın muhalif siyasetlere kapalı tutulması, sermayenin sınıf çıkarı gereğiydi.Bu nedenle din gibi, spora da siyaset dışı bir elbise giydirildi. Sermayenin spor siyaseti, “spora siyaset bulaştırılmasın” söylemiyle özetlendi. Bunun için daha o yıllarda spor kulüplerini kurma misyonunu fabrika sahipleri, sermayedarlar üstlendi. Araba üreten fabrikaların sahibi Henri Ford’un dediği gibi; daha çok araba satmak için, daha çok araba yarışı düzenlemek, bunu da basın yoluyla kitlelere duyurmak gerekiyordu.

   Basın devleri HEARST ve PULITZER devreye sokularak haber vermek yerine haber üreten “sansasyon satan sarı basın” yaratıldı. Spor geliştirildi, profesyonellik kökleştirildi. Spor denilen olay dev bir sanayi kolu olarak devreye sokuldu. Giderek sermayenin yönetiminde ve denetiminde küreselleşti.

   Günümüze damgasını vuran spor etkinlikleri, kapitalist rekabet ideolojisini taşıyor. Dünya Spor Tarihi incelendiğinde; ekonomik bunalım dönemlerinde sporun geliştirilip, emekçi kitlelerin boş zamanlarını, yani kendilerini yeniden üretecekleri zaman dilimini özgürce kullanmalarının nasıl engellendiğini çok açık görebiliriz.

   1871 ekonomik bunalımının hemen ertesinde modern spor etkinliklerinin, 1929 ekonomik bunalımından sonra 1930 yılında Dünya Futbol Şampiyonası’nın niçin devreye sokulduğunu anlamak kolaylaşır.
  
  --- Devrimci Spor Emekçileri Sendikası ---


(Yeni hazırladığımız bültenden, devam edecek...)