1 Mayıs 2013 Çarşamba

görünmez düşlerimiz


zaman  savrulurken,
boş vermişlik
gösterişsiz çerçevesiydi
zor bir resmin
anlaşmak üstelik,
pek azıyla mümkündü
söylenenlerin.
hanidir şu rehavet
dikkat istedi hep
ve nihayet,
uzun mesafelere
sessiz cümleler kuruldu
sonra tanıdık bir paragraf oldu,
hatta hacimli bir kitap.
ve hatta başka gezegenden
secde edilesi eski bir şarap.
tarihî frekans antlaşmasının
maviydi telaşsız mürekkebi.
can kulağıyla dinledi beni
ve yazdı sonra bir iç denize,  
iç seslerimi.
o sırada, çılgınca
yudumluyordum ben
görünmez düşlerimizi.
ve görünen o ki,
sular altında kaldı kıyıları
tüm sözcüklerin şimdi.

“görünmez düşlerimiz”
j.ak
30.Nisan.2013


19 Nisan 2013 Cuma

Resimdeki Nefes...


     Giderken olayların üzerini bambaşka örtülerle örtmek gibi son derece hastalıklı bir tavra sahip olduğumu kimseye söylemedim. Bu yüzden tüm gidişlerim parantezlerde saklıydı benim. Anlaşılmaya dair umutlar tükendiğinde, kendini imha yolunu seçen bir kimyasal atık gibi, üstelik de giderken saçtığım mikroplardan habersiz bir şekilde, sırf kendimi daha iyi hissetmek adına, gidebilmekti işim…


Gündeliklerin içinde, elime ayağıma dolanan o koca egolarla ve gereksiz sololarla, zücaciyecideki fil gibi gidiyordum bilmem kaç yıldır kuruttuğum zar gibi olmuş kırılgan yaprağın üzerine. ‘Haksızlık ettiğimin farkında olmak’la hiç alakası yoktu durumun. Bu sadece sebeplerin içinde, benim ön plâna çıkardığım bir balondu. “Belki de daha iyi anlıyorlar!” sözüydü tek derdim. Asla iyi bir hafız olamama nedenim, suçlanacaklar listesinde hep ilk sırayı tercih edişim. Sorunum olmadı öylesi trajik finallerle çünkü. Dolup dolup, boş verdim. Olsun. Ama yukarıdaki cümle, öyle çok tekrarlandı durdu ki yüreğimde, onu oradan alıp da beynime sokamadım bile. Çünkü yeri asla orası değildi. Ve sanırım o parantezin içindeki kırgınlığın adı da sadece “zannedilmek”ti…


       O yılın sonunda, o daha iyi anlayan güruhu yönlendirenler tarafından çok önemli biri  katledildi. İçimdeki güzeyimi ne kadar uzun bir süre kendime doğrulayıp tekrar tekrar sağlamladıysam da, kanamaktan kurtaramadım duygularımı. Haksızlığa uğramıştı bilinmezlerim. İsimsiz kozalarda, hiç bir yere gidemeden durdum. Durmadan durdum. Zannedilmenin ağırlığı çöktü üzerime, tonlarca beton dökülmüş gibi. Ki durmaksızın dolup, boş verdim kendi kendime. En iyi dostumu yitirmişim gibi hissettim. Niyeyse, onu da bilmiyorum. Deniz kuşlarıma şiirler yazdıran farkındalıktan, olağanüstü bir dost öz’lemiştim özetle. Ve o kaybediş, pasifiğin en derin yerine düşürülmüş kuru bir yapraktı benim için. Sırf bu yüzden zaman zaman kabarcıklar içinde nefes alıyordum, nefessiz. Ki ben en çok oradayken mutluydum.


    Sonra yeniden şiirlerime koyuldum. En güzeli derin uykularda şiirlerle doymaktı. Bilirsin aşırı kan kaybı, oldukça yavaşlatır ve hatta çıkarabilir insanlıktan bir insanı.  Oysa insan olabilmeye duyduğum özlem öylesine inanılmazdı ki… Günlük rutinler nasıl olsa ezbere ve bir çırpıda halloluyorlardı. Sevinçler, neşeli kahkahalar ve tamamlandıkça üzeri çizilenler.  


       Gidişime attığım kuru sıkı tebessümlerim, bayram çocuklarının çatapatları gibiydi. Ne kadar çok ses çıkartıyorlardı ve ne kadar parlaklardı… Önüm arkam sağım solum, kontrolsüzce ama her nasılsa gayet düzgün bir biçimde halledilmişliklerle örülüyordu. Bu örgünün hep dışında kaldım nedense, yapımında ve yayınında dahilim olsa bile. Kırık dökük parçalar öyle şık bir hematoma dönüşmüşlerdi ki içimde, kendi konformizmini oluşturmuş zararsız organlar gibiydiler. Zamanla bunun kötücüllüğünden sıyrılıp iyi bir şey olduğuna dair kurgular yapmışlığım bile vakidir. İşlevleri sadece  ayakta tutabilmek ve hissettirmekti aldığım tüm nefesleri. İşte bu yüzden,  kaç santigrat derecedeyse tenim, orada var oldu hep, istenmezliğim…


     Sonrası, öncesine dair, bin dokuz yüz elli model bir Antonov’un kapısıydı. Yerden iki bin metre yüksekte. Kinesyolojik açıklaması saniyenin altıda birlik zamanında saklı. Düşmek, anlamaktır bir bakıma. İlk ne zaman düştüm o mavinin pınarına, anımsamıyorum. 

ve çıplaklığa uyumlanmış bir organizma gibi, 
zorla giydirilmeye çalışılan 
o dapdaracık entariyi, 
yırtıp yırtıp attım her defasında. 
ve her defasında, 
biraz daha çok sevdim 
okul çıkışı giderken 
Değirmendere’den Yüzbaşılar’a  
o servise binip, dalıp gitmeyi, 
ön çaprazıma...


"Resimdeki Nefes"
j.ak
19.Nisan.2013

17 Nisan 2013 Çarşamba

Sitte-i Sevr


sitte-i sevr bir Nisan fırtınası
fukaranın kalmadı giyecek hırkası
Sevr'lere soğukluğumuzun alamet-i farikası
bizim değil, düşmanın fırkası
sittin sene duracak değil ya sitte-i sevr
Elbet bir gün sittir olur gider!
Gün döner ay dolanır,
geçer bu vakt-i çerağan geçer...

"sitte-i sevr"
j.ak
Suna Çalışkan İçaçan
17.Nisan.2013



16 Nisan 2013 Salı

Stilsiz Düşerken Ay'a...


baş döndürücü bir yer burası.
bilinç altı düşlerden biri gibi.
ki ilk kez ben değilim yönetmeni.
stilsiz düşüyorum Ay’a.
tutamadım güzel sözcüklerimi
hepsi o sırada
uçup gitti.
hatta mevsim normalleriyle
benim anormalliklerim arasında,
yoktu bir ilişki.
tamamlandı temel ihtiyaç listesi
hüzün en başı çekti
üstelik bin yıl önce öğrenmiştim
tebessümün matematiğini
denize baktığım yerde çünkü
içim hep yazdı.
orada geleneksel festivaller vardı
güneşin ciğerlerime işlemişliği de zaten
hep bu yüzden.  
dokunduğum ya Ay tozuydu,
ya da denizimizin tuzu
ben çok sevdim o aşırı dozu! 

“Stilsiz Düşerken Ay'a”
j.ak
15 Nisan/2013






12 Nisan 2013 Cuma

SİLİVRİ TÜRKÜSÜ



aydınlarım subaylarım
tertip zindanlarında esir!
dik durun yiğitlerim
bu zafer bizlerindir.
görmeliydiniz coşkumuzu,
on binlerdik Silivri'de
al-beyazlar içinde
eğilmedik engellere.
çetin bir sağanak olduk
çılgın yüreklerimizle...
demokrasi diyorlar
yasaklı mahkemeye
böyle bir diktatörlük
nerde görülmüş nerde?
dört yanımız işgâl,
dert yanımız namert
Coni'nin gazı batsın
ve ondan alınan kuvvet!
bağrım taş, toprağım çamur
tohumların açmaz burada ey gâvur
gafillerle hainlere
bağışıktır bu hamur
şimdi artık yükümüz,
dünümüzden de ağır
sen akiller ordusu, istediğin kadar anır!
bil ki nazlı Anadolu 
yüzlerce uzun yıldır
kaç hayınla dâvâlı
kaç zaferle sevdâlıdır
her bozgunun ardından,
Türk'ü türkü bağırır!

"Silivri Türküsü"
j.ak
12.Nisan.2013



10 Nisan 2013 Çarşamba

8 Nisan ve Bir Diktatör Hobisi Olarak "Gaz!"

Faşizm demokrasi adı altında pazarlanıyordu yıllardır.
Diyorduk ki, “Bu durum idarecilerle doğrudan ilgili değil uyanın, işgâl ediliyoruz!”  

Yurtsever aydınlarımızı tıktılar ilkin Silivri zindanlarına. Sonra ordumuzun subaylarını tek tek esir aldılar. Dedik ki, “Bunların gerçeklikle alakası yoktur,  olamaz.  Suçunun ne olduğunu bile bilmeyen insanların alıkonmalarının tek bir nedeni olabilir, işgâl ediliyoruz!”

Türk’e, Türk olan her şeye başladı saldırılar. Ki yeni saldırılardan bahis bile etmiyorum, bilenler biliyor nerelerden kaldırılmak istendiğini, kimlerin Türk adından rahatsızlık duyduğunu. Birkaç aydın dışında kimselerden ses çıkmamıştı bunlara. TÜSİAD’dı meselâ bu kurumlardan biri. Amblemini değiştirmekle başlamıştı işe ve Türk adını kaldırmaktan ilk bahseden kurum olduklarını okumuştuk. Dedik ki işgâl ediliyoruz!

Son yaşananlarsa akıllara durgunluk veren durumdadır. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’le sıkıntısı olanlar, Bütün kurum ve kuruluşlardan Türkiye Cumhuriyeti ibaresi “T.C.” sıfatını kaldırmak gibi, Türk Milleti’ni yok saymak gibi halkı göğsünden hançerleyen bir girişime alet oluyorlardı. İşgâl edildik ey halk diye bağırmaya başladık bu kez… Ama tabii Avrupa kupası maçları oynanıyordu o sıra, bir de heyecanlıydı ki Cimbomdu Fenerdi derken bayılmışız o ara!!! Neydi şu Frankonun halkını yönettiği üç F? Neyse konumuz başka(?)

8 Nisan’da Silivri’deki duruşmaya orada tutuklu bulunan aydınlarımıza milletvekillerimize, subaylarımıza yanlarında olduğumuzu haykırmaya ve tüm bu haksızlıklara topyekün karşı koymaya gittik. Türklüğümüzü, vatan sevgimizi, birlik ve beraberliğimizi, ulusal şuurumuzu, dimdik duruşumuzla tüm dünyaya göstermeye gittik. Bu faşist diktatörlüğe, bu sivil darbeye ve bununla başlayan acımasız işgâle direnmeye gittik…

Günler öncesinden gitme plânlarımızı yapmıştık. Herkes şu veya bu biçimde kendi ilçesinden kalkacak otobüslere yer ayırtmaya başlamıştı. Bir arkadaşım o arada beni aradı ve “bizimle gel arabada yer var, biz geceden gideceğiz, gündüz herhangi bir engele takılmayı istemiyoruz” çağrısında bulundu sağolsun. Tüm hazırlıklarımızı yaparak, gece yarısı  yola koyulduk. Hazırlık derken de gaz maskesi limon, portakal gibi polis şarjlı bir beklentiye karşı önlemlerden bahsetmiyorum elbette. Sadece su ve yiyecek aldık yanımıza. Zira şarj olsa bile öylesine bir şiddeti tahmin edememiştik.

Saat 01:45 civarı Silivri zindanlarının bulunduğu sapağa gelmiştik ki, sapak yolun beri tarafından da diğer tarafından da  daha o saatte jandarma araçları tarafından kesilmiş, barikatlar kurulmuştu. Bir beş altı km. yolu daha gidip otobanın karşı tarafına dönersek yürüme yolumuzun kısalacağını söyledi jandarma. “Böyle emir verildi.” Diyerek de nazikçe açıklama ihtiyacı hissetti. Denildiği gibi yaparak yolun diğer tarafına dolaştık ve geçidin altına park ettik.

Yaklaşık iki km. kalan diğer  yolu yürüyerek nöbet çadırlarına ulaştık. Saz eşliğinde türküler söyleniyordu ve; “Girip yerden selâmladık, hane içindekileri…” 

O saatte tıklım tıklım doluydu nöbet çadırları. Haksızlıklara karşı söyleşiyordu insanlar. O uykusuz, üşümüş ve üzgünlüğün olduğu yüzlerde, umutsuzluk ve yılgınlığa yer yoktu.

Sabahın ilk ışıklarını karşılarken bitimsizce gelen konvoylar  ve otobüs dolusu gönüldaşlar katılıyorlardı coşkuya. Her gruptan, her siyasi düşünceden, her partiden her sivil toplum örgütünden gelenler vardı. Ama herkesin nabzı Atatürk ve Cumhuriyet için, Türk Milleti ve Bayrak için çarpıyordu orada. Daha önce 2007 ve 2008’de de gitmiştim Silivri’ye. Ama o zaman benim tutuklum senin tutuklun tarzı tavırlar gözlemlemiştim. Bazı şeylerin algılanması için altı yıl uzunca bir süre dedim kendi kendime. İlk toplanmalarda bu bilinçte olunabilseydi belki de oradaki tüm tutuklular şimdiye kadar çoktan tutuksuz yargılanmak üzere bırakılacaklardı.

Saat 07.00 sularıydı ve hatırı sayılır bir kalabalık doldurmuştu barikatların önünü ki, üst taraftan yukarıya çıkışı on dakikalığına serbest bıraktılar. O sırada dik ve çamur deryası bir yokuştan seğirterek yaklaşık 150 kişilik bir grup, yerleşke yoluna attık kendimizi. Önümüzde dört sıra halinde upuzun barikatlar vardı. Her yer barikatlarla dayalı döşeliydi. Türk usulü, durmadan barikatların uzunluğuna bakıyor ve kaça mâl olmuş olabileceğini hesaplamaya çalışıyorduk… Çok olmalıydı maliyet!

Oradaki sadece bir mahkemeydi oysa ve izlenmeye açık olmalıydı. Halk bunun bilincindeydi. Bizler o ilk üç barikatı yıkarken sadece hakkımızı savunuyorduk. Çünkü gayet haklı olarak o mahkemeyi izlemeye gelmiştik. Dördüncü barikatı yıkayazken Jandarma'nın gaz maskelerini taktıklarını gördük ve henüz mahkeme başlamamıştı bile. Bu yüzden orada durduk ve insanlar sözleşmişler gibi durup mahkemenin başlamasını beklediler sloganlar eşliğinde. Daha sonra olup biteni tüm dehşeti ve kepazeliğiyle yaşadık ki, televizyon yayınından da az çok izlendi biliniyor hepsi. 

Yaşananları, yaşadıklarımızı bir serzeniş gibi aktarmayı istemiyorum. Ağlamayacağım çünkü! Sızlanmayacağım!  Çünkü Türk Milleti sızlanmaz! Bunu hâlâ anlayamamış olanlar, çoluk çocuk yaşlı genç demeden düşman askeriymişiz gibi,  tüm kolluk kuvvetlerine, yani bu vatanın içinden yetişmiş, bizim doğurup büyüttüğümüz  evlâtlarımıza bizi kırdırmak isteyenler,  öğrenecekler bunu. Er ya da geç öğreteceğiz.

Tüm o sıkılan sular, ayaklarımızın dibine dibine atılan yüzlerce gaz bombası ve tüm o boylu boyunca dört sıralı barikatların parası bizlerin cebinden çıkmıştı bu bir. İkincisi Madem mahkeme salonu insanların tamamını almıyor, mahkemenin dışına bir barkovizyon kurarsın, insanlar izler. Teknolojiyi bu şekilde de kullanabilirdiniz ey diktatörler! Bir TV. Kanalından canlı canlı da izletebilirdiniz. Ama ana hedefinizin halkı provoke etmek olduğunu biliyoruz artık. İşgâli tamamlamak için bir iç savaş yaratma çabanızı özellikle son üç yıldır dikkatle izliyoruz… Bu davayla ilgili, tanıklardan delillere ve yapılan uygulamalardan davanın adına kadar her şey ama her şey hukuka aykırıyken, bir de kalkıp oraya gelen halkı suçlu gibi göstermek nasıl bir yavuz hırsızlıktır anlamak mümkün değil. Benden aldığın parayla benim Bayrağıma, Vatanıma, Türklüğüme gaz bombası atacaksın, su sıkacaksın, sonra da kendini orada burada haklı çıkartmaya çalışacaksın! Hukuksuz bir yargılamayı “hukuk” diye dayatmaya çalışacaksın! Artık buna kimseler inanmıyor ki! Bu millete karşı neyse de tüm dünyaya rezil oluyorsunuz, bunun nasıl farkına varamazsınız anlamak mümkün değil. Orası yani o bulunduğunuz makamlar gözlerinizi bu kadar mı kör etti? Bu kadar mı normal geliyor size bu yaptıklarınız? Bu yıkıma alet olurken halkı vahşice bir iç savaşa sürüklerken nasıl bu kadar rahat karşı saldırılarda bulunabiliyorsunuz? Katilliği tescilli kişilerle bal kaymak görüşürken, pazarlıklar yaparken elindeki tek makinesi daktilosu ve kurşun kalemi olan onca aydını, fırkateynlerimizin şerefli subaylarını suçları ıspat edilemediği halde nasıl oluyor da “dur bakalım belki suçlu çıkar” kafasıyla tutuklu yargılıyorsunuz?

Orada bizler sadece slogan atıyorduk. Tam bağımsız Türkiye, Mustafa Kemal’in askerleriyiz, yeminler edildi yıkılacak Silivri diye haykırıyorduk. O soğuğa ve kim bilir kaç şiddetinde esen fırtınaya inat dimdik durup İstiklâl Marşımız’ı okuyorduk. Birden üzerimize su sıkılmaya başlandı. Halkı provoke eden, polis özel timine talimatı veren içişleri bakanlığından başkası değildir. O su sıkıldıktan sonra barikatlar yıkıldı ve gaz bömbalı saldırılarla arbede başladı zaten.  Bir ara sesler  öylesine tuhaflaştı ki; “papapapa papapapa” diye geldi. Üzerimize ateş açıldığını sandım! Trajik ve bir o kadar fantastik, gerçek üstüydü yaşanan vahşet. 

Türk Polisi Türk Bayrağı’na su sıkıyor, kendi halkına bombalar yağdırıyordu.  Nevruz’da açılan paçavraya tren muamelesi yapanlar kendi devletinin bayrağına bunları yaparken burunlarının direği hiç mi acımadı merak ediyor insan!.. 

O sırada doğa imdada yetişti ve rüzgâr ters istikamete doğru esti. Ciğerlerimiz nefes alamayacak durumdaydı ama olsun en azından o sis kalkmış ve mahkeme salonunun olduğu yere gitmişti. Gözlerimizi açıp etrafımızı görebildik o andan sonra. Beraber olduğumuz arkadaşlarımızı bulabildik.  Bir yarım saat sonra da haber aldık ki mahkeme gaz yüzünden ertelenmiş.  Aynı anda bir de telefon gelmişti bana. Arayan polislerin gaz bombalarının ve tazyikli suyunun bittiğini, arka tarafta  joplarıyla beklediklerini haber veriyordu. TV.’dan görmüş.

Şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, oradaki halk oraya dövüşmeye vuruşmaya, polisle ya da jandarmayla çarpışmaya gitmemişti. Öyle olsa son hamlesini de yapardı çünkü. Sarı basın görmeyi istemese de yüz binin çok üzerinde insan vardı orada! Niyet  polisle çatışmak olsa inanın bu yapılırdı. Tek derdimiz vardı ama tek! O da, o sözde mahkemeyi protesto etmek, bu hukuksuzluğa ve işgâle tepki göstermekti…

Polis oradaki halka hunharca zarar verdi(rildi)!  Ama  halk polise hiçbir zarar vermedi.  Türk Halkı, polis ve asker öldürerek devlet kurma hevesinde olan “başkalarıyla” karıştırılmasın. Çünkü Türk Halkı kendi evlâdının saçının teline zarar vermez. Umarız ki içine düşürüldüğü bu durumu Türk Polisi de bir an önce kavrasın. Ama bir altı yıl da bunun için bekleyemeyiz. Ey polis, vatansız bırakılmaya çalışılıyoruz buna ayıl artık! Ayıl!

Ve ey küresel çete, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya kimsenin gücü yetmeyecek!

Sen de buna ayıl artık!

Vatanını  tüm hatlarıyla ve cesurca savunan  kardeş ülke Suriye’ye selâm olsun!







29 Mart 2013 Cuma

TÜRK-İYE...


Türkiyelilik,
Türkiye halkı
Türkiye milli takımı
Türkiye futbolu
Türkiye insanı
Son olarak buluşların şahı Türkiye bayrağı…

“Lan N’oluyo” deyip , -ki en başında demiştik-  hop oturup hop kalktık.

Türkiye yani iyelik eki almış olan bir isim duruyor karşımızda.
Türk-iye = Türk’ün sahip olduğu yer demektir. Tıpkı Reşat’ın yerinin Reşadiye, Mahmut’un yerinin Mahmudiye olduğu gibi Türk’ün yerine yurduna da Türkiye demişizdir.

Hal böyle olunca konulan tamlamalara dikkat çekmek isterim,
Türkiye halkı: Türk’ün yerinin halkı: Türk’ün yerinin ama bi’ Türk yok, başkaları var.
Türkiye bayrağı: Türk’ün yerinin bayrağı: Türk’ün yerine ait bayrak ve herkes altında.  Ama Türk yok. Gibi.


Şimdi birileri çıkıyor ben Çerkezim diyor beriki Kürtüm, hop diğeri ben Arnavutum…  Herkesler her şey. Ne hikmetse bir tek Türk yok. Hatta ırka indirgenip bu topraklarda o kadar az ve o kadar az olduğuna dem vuruluyor ki, hani yok sayılsa ne çıkar gibisinden sanal bir algı bile yaratılıyor. Hoş zaten bugünlere bizi getirenler de o “sanal algı yaratıcısı” kenarımın aydınları değiller mi? Onlar. Kimdir onlar? Malûm gazetelerin köşelerinden çığırtkanlık yapanlar yani medya-Tv ve bir de tabii ki internet platformları.

İyi de sormazlar mı adama, madem bu topraklarda Türk yok(denecek kadar azdı da), neden herkes Türkçe konuşuyor?  Sen Arnavutum diyen, neden Türkçe anlatıyorsun derdini?

Şimdi tabii biliyoruz ki ben böyle konuştuğum zaman ancak bir tamlamayla anılırım. Nedir? Faşist Türk. Herkes her şey olurken bir hümanizm ve demokrasi haresinin altından çağım çağım çağlarken, ben “Türküm” dediğimde hoop ben hemen faşist Türk oluveririm.

Bir Kürt, töre gelenek görenek adı altında 12 yaşında kızları gelin ederken, çocuklarına rojda berfin gibi isimleri koyarken kültürünü yaşatıyor denilir ama gelin görün ki bir Türk çocuğuna Timur, Kaan, Gökçe demeye görsün. Hoop yine faşist, hatta pis faşist Türk’tür. Geleneklerimi yaşatmak istiyorum diyebilen bir Türk’e rastlayamaz olduk. Değil bunu diyebilmek, imasını dahi yapsa nasıl damgalanacağını bilir çünkü. Oysa ben gayet samimi söylüyorum, şalgamın, şarabın, çiğköftenin ve hemen her kültüre ait her şeyin tadını, hatta suşinin bile tadını biliyorken hayatımda bir damla bile kımız içmedim. Neden? Benim kültürümü yaşatmamın önü tarihler boyu neden hep kapatılmış olabilir ki? Herkesin kültürünü yaşamasının önü bu denli açıkken ve bu durum hümanizm çığlıkları atılarak onanırken benim kültürümü yaşamam ve sürdürmem neden yasaklı?

İşte tüm bu palavra ve sanal örtülerle bugünlere kadar gelindi. Tüm bunlarla Türküm demeye dili varmayan insanlar yaratıldı. Ve neredeyse Türküm demek bir nevi ayıplı sıfat haline getirildi. Bunun bir sonraki aşaması sanırım küfür edilmek istenen kişiye  “Türk” demek olacak.

Saygı duyduğum bir kişilik olmasına karşın, ilk okuduğumda Türk Irkı’nın üstünlüğünü savunması nedeniyle hep bir adım geri durmuşumdur merhum H. N. Atsız’dan. Ancak yüzlerce yıla dayanan ve Türk’lere karşı bıkılıp usanılmaksızın tıpkı bir sürek avı gibi uygulanan bu yok etme politikalarına ve bugün yaşadıklarımıza bakınca ben bile, bir ırkın bir diğerine üstünlüğü gibi bir aşırılığı olmayan ben bile, acaba mı yahu demekten alamayacağım kendimi neredeyse. Ve elbette Orhun yazıtları geliyor aklıma. Hani şu, “Üstten gök çökmedikçe, yerden yer delinmedikçe” diye başlayan dizeler…

Demokrasi de hümanizm de son derece havada duran, son derece esnek ve değişken kavramlardır.  Camus herkes faşisttir derken sanırım bu elastikiyeti çok iyi tahlil edebilmişti. Hümanizmin bittiği yer kafanıza silâhın dayandığı yerdir. Öldürülmeye, yok edilmeye çalışılan biri hümanizmin doruklarında olmaz. Eline fırsat geçtiğinde kendisini öldürmek isteyeni öldürür. İşte demokrasinin de hümanizmin de bittiği yer orasıdır. Bazı hümanik sanatçı bozuntularımız varya hani? Bıkbık öttüler hümanizm adına. Sorarım peki, neden o hümanik ablamız sarayı andıran villasında korumalarla oturuyor? Ya da bana demokrasiyi, hümanizmi ve analar ağlamasın’ı dayatan küresel devletler, sınırlarındaki (kara-hava-deniz) tüm güvenliği kolluk ve ordu güçlerini neden kaldırmıyorlar ve o ülkelere girişler çıkışlar neden serbest olmuyor? Yani bu hümanizma öyle bir meret ki; kelin ilacı olsa kendi başına sürer dedirtir adama.

Dünyanın ilk yirmisine giren ülkeler kendi ülkelerindeki orduyu sınırları kaldırırlarsa işte ben o gün antimilitarist, antifaşist, antimilliyetçi ve hümanist olacağım söz veriyorum! Ama şu an hepsi de benden daha militarist faşist ve milliyetçiler. Kalkıp benim ülkemde bana üç kuruş borcum var diye tüm bunları dayatmalarına müsaade etmem, etmeyeceğiz!

Türkler(yani biz), binlerce yıldan bu yana, devlet kurma geleneğinden geliyoruz. Ve yazıtlarda da söylendiği gibi gök çökmedikçe yer delinmedikçe varlığımızı sürdüreceğiz. 

Kürtlerse devlet kurma geleneğinden gelmezler. İran’da bir zamanlar kurulmuş olan devlet, Sovyet Rusya’nın sömürüsü sırasında kurulmuş, Sovyet Rusya çekilir çekilmez de tarihe gömülmüştür.

Peki Amerika, enerji bittiği zaman bu topraklardan çekildiğinde ne olacak?  Bayılıyorum yanıtını bildiğim soruları sormaya. Gerçek aktörler sahaya indiğinde Kürtler'in kaça bölüneceğini ömrümüz yeterse ve küresel çetenin plânı işlerse göreceğiz. 


26 Mart 2013 Salı

gölgeler


dünü saklamış kıyısına
kasaba.
renkler griye döndü alargada
oysa günlerden bir gün
hani ben olduğum,
seçemediklerimin üzerine oturmuş
çekirdek yerken,
bir elimde aşk mevsimi olmayan
bir kış,
bir elimde saçlarından tuttuğum düş,
bahar kokusuna karışmıştı birden
serin olmayan gölgem.
ne kadar da tehlikesizdi o mavinin tuzu
sakıncalı tanımlardan önce
ve ne kadar yalnızdık evlerde
benler koşarken ön bahçede.
gel gör ki yalnızlığın tadı
daha tuzluydu Marmara’dan
ve anımsamıyorum
ne zaman nasıl korktuğumu
korkmaktan.

“gölgeler”
j.ak
26.Mart.2013

14 Ocak 2013 Pazartesi

süpermen


Haksızlığa uğramak,
keyfî bir biçimde
kadro dışı kalmak.
pazarlamada siyaset pelerini,
gündelik yaşam pratiği,
uç ki sevsinler…

“süpermen”
j.ak
14.Ocak.2012


9 Ocak 2013 Çarşamba

beklerken, Samatya'da gemiler

bir düş kokluyordu sakin Samatya
sabah mıydı akşam mı kim bilir?
nefes almayı unutturan gamsız gemiler
ve uçuk griydiler
hat boyundan geçip giden,  makinistler.
kapanmış yumruklarım öylesine yoksun ki
o haşmetli pençe kuvvetinden,
korkuyorum aniden,
bütün iç seslerimden.
üzerinde yeşil bir forma
annem en zor maçında…
dört yüz yetmiş beş numaralı
deniz manzaralı odada
Marmara’ya dalıp gittik babamla.
Susmayı denedik olmadı.
çok az kımıldadık
bekliyormuş gibi yapmadan
üç buçuk saat
açığa demirlenmiş küçük gemilerden
ve tıklım tıklım geçip giden trenlerden
bahsetmeyi istedik,
o da olmadı.
İki elini belinin arkasında kavuşturmuş,
hissettirmeden bana
sol kolunu çeviriyor
ve saate bakıyordu.
göz ucuyla görmek bunu,
göz ucuma toz kaçmışçasına
sızlattı burnumu.
Samatya’daki deniz manzaralı büyük odaya
sığmadı ruhlarımız baba

“beklerken, Samatya’da gemiler”
j.ak
9.Ocak.2013

                        

25 Aralık 2012 Salı

tek tip saçaklar altında


içinde şablon  gizli, geçmiş
fotoğraftaki martıyı oraya kim koymuş?
Yağmur soğuk ayazlarda oysa
dik bir açıyla kurşundu algılara
tek tip sağanaklarla
tek tip saçaklar altında
ıslandık.
o enlem ve boylamda
bulutlar bıraktık ardımızda
ve sözcükler üstelik
sığmamıştı batmakta olan
o küçük filikaya.
er ya da geç kaldık malûm yalanlarla ki,
yakaladım kendimi
o bakışla aynada.
İçinde iç güzelliğinden hallice
basmadan entarisiyle
bir giz, ıslanmış…
gel gör ki elde var şimdi,
lodos vurgunu seyir defteri
ve üçüncü dünya ülkesi kırsalında
gözetim insana dairdi.
gizlice teşhir edilirken
edilgen bir röntgen filminden
bir hayat, belki bir aşk ya da bir acı,
o denizin kıyısında okunurken bulurum
aynılıkları.

“tek tip saçaklar altında”
j.ak
25. Aralık.2012

12 Aralık 2012 Çarşamba

kırık kimlik


kırılıp dökülebilir inanç
yol kapanır yıkıntılarla
gerçek, saklana durur ağızlarda
ve tarafsızlık tarafında
süslü yalanlarla.
düşünceler içilebilir
tıpkı yeminler ve ilâçlar gibi şifalı,
yarasın. ki onca çaba,
gitmesin boşa.
sözcükler ve büyüyen gözler
sözcükler ve yere doğru bakan yüzler…
ısrarla görüyorsa birileri
inanır buna diğerleri.
kimi, ihanetteyken üzerindeki tanımlara,
tanımsızdı cüzdanda duran bozuk para.
ve es kaza evde kalırsa
o bir yanı kırık kimlik
dönüp de almaya
ihtiyaç duymayanız
şimdilik...

“kırık kimlik"
j.ak
12.12.2012

31 Ekim 2012 Çarşamba

tek gün geçmiş


kırık bir geçmişi oyalar zaman
sadece tek gün geçmiş olmalı ardından
batık sözleri ayıklıyordum
adımlarımdaki kanlı yaradan
ki döndüğümde seksen dokuzundaydı
barut kokulu bir an.
en sevilen karelerde yaşanırken göç
öç alınıyordu bütün kanatlardan.
ve üstelik
yaşam derdindeyken  yolcular,
filmden atılmıştı, en canlı parçalar.
sayamadım kim bilir bu kaçıncı tekrar
hazırdı yol kazalarına hep, gardiyanlar
derin uykulara zorlanırken o en derin sevdalar
yedi uyuyanlar gibi korktular
dönüp de yola bakmaya
sararmış örtüler olup örttüler sonra
sandıktan çıkanlarla üzerimizi.
her defasında 
daldık gittik biraz daha
bilgiyi satanlara 
ki,
boyunlar güç, yoktan seçene…
ve kumdan saat örte dururken amforayı
ayıklıyorduk hep batık bir yazıyı
kazımışlar  üzerine her bir anıyı
beraberce okumalı bir gün
bütün ziyandan gayrı…

“tek gün geçmiş”
j.ak
30.Ekim.2012


9 Ekim 2012 Salı

Türkiye'de Spor Yazarlığı...

Tüm kulvarlarda olduğu gibi spor konusunda da çizgi, kapitalizmin en güçlü enstrümanı olan reklâm olgusu etrafında ağını hazırlamış ve gidilecek yön, mesafe, açı buna göre belirlenmiştir.

Memlekette spor yazarı olmaz olur mu hiç? Basketbol branşında bir Bilgin Gökberk varsa her branşın en az bir Bilgin’i vardır. Konularına kafa yormuş, ne yazması gerektiğini gayet iyi bilen insanlar çok olmasalar da varlar. Ama sistem oyunun kurallarını belirlemiştir ve belli bir uzunluktaki ipi de salmıştır ortalığa.

Tüketime endeksli seyirlikler, sonucu ve alt metni bakımından kitleleri nereye götürmeli ve hangi duygulanımlara sürüklemeli konusunda tüm medya araçlarının takındığı tavır ve giydiği kostüm bellidir. Bunun dışına çıkılarak yapılan işler, yazılan yazılar, okunsalar bile yerleri yukarıda bahsettiğim  “çizgi”nin dışı olacaktır. Kendisine alıcı bulabilse bile aracısını bulamayacaktır. Yani onu kitlelelerin kabulüne arz edecek bir talep olmayacaktır.

Sporun; yenmek, kazanmak, güçlülerin kabul görüp zayıfların elendiği vahşi kapitalizm çarkının dişlilerinden biri olduğunu görebilmek, çok da mikroskobik bir durum olmasa gerek... Bu durumda, neden spor yazarı yok sorusu kendi kendini imha etmiyor mu zaten?

Spor şah, spor yazarları şahbazdır bu durumda...

İşte bugün spor ve siyaset arasındaki bağ, insanları her konuda fanatik birer taraftar haline dönüştürme çabasına çanak tutar. Sistem bir oyun alanı oluşturmuş, oyuncakları da dökmüştür önümüze. O oyuncaklar rengârenktir. Seç beğen al...  

Spor yazarları da oyuncak sepetinden kendi payına düşenleri gereği gibi alabilmişse, sistemin parlayanları arasında yer bulur kendine. Sonuçlar, güçlüler, en ama enler... Sporcu, gözü kapatılmış bir toplumun dövüşçüsü, spor yazarı da gözlerin kapalı tutulmasında gereğini yapabilen olağanüstü bir kalemşördür. Tabi ki müsade edilen şekliyle.

Madem artık spor bu şartlarda önümüze konmuş, onun oyundan koparılıp, kazanma esası üzerine kurulu yapısı, gitgide daha da artan bir ivmeyle tırmanıyor, sanırım ithal sporcuların fazlalığı Türk Sporu’nun da tıpkı diğer üretimler gibi neden durduğuna ya da durdurulduğuna yanıt olacaktır. Ülkede bir üretim olumlu ve başarılı yönde seyrediyorsa, ihraç edilen ürünler sunmalıdır. Ve ihracatı ithalatından daha fazla olmalıdır. Türkiye’de spora baktığımızda ithalatın ihracattan çok çok fazla olduğunu görüyoruz. Bu durumda bakmamız gereken yer direkt olarak altyapılardır. Külüplerin altyapıları.

Büyük küçük ne kadar kulüp varsa, oyuncularının pek çoğu kendi altyapısından gelmez. Satın almanın yetiştirmekten daha ucuz değil ama daha kolay olduğu aşikârdır.

Bu kolaycılığa giden yolda kulüp başkanlarının kulüpleri para konusunda nasıl idare ettiği ortadadır. Spor-iş yasasının olmaması, hâlâ daha başkanların tıpkı birer “ağa” gibi kararlar almasına yol açar. Sporcu ve kulüp başkanı arasındaki ilişki işçi işveren ilişkisi değil, efendi-köle ilişkisidir. Hâl böyle olunca aynı ilişkilerin devamının medyaya da uzanması kaçınılmazdır. Memleketteki spor yazarlarının her biri bir spor kulübünün amigosu gibi davranarak, yazılarını da bu sevgi(!) ve sadakatle(!) yazarlar. Methiyelerle sayfalarını şenlendirirler, sonuçlarla, kişilerle uğraşır dururlar.  Kişiler genellikle yıldız diye adlandırılan futbolculardır. Kolay değildir tabii, onca para akıtılmıştır bu falanca yabancı oyuncuya. Özel hayatı, saha içi performansıyla at başı bir seyirde gider ve taraftarların bunlarla ilgilenmesi sağlanır kolayca. Medya, halk bunu istiyor’larla işin üzerini örbas etmiş, perde arkasından kıs kıs güler. Bu kulüplerin de işlerine gelir çünkü hiç biri istemez altyapı sorunlarıyla, tesis yetersizlikleriyle, sporcu yetiştirmedeki başarısızlıklarıyla falan ilgilenilmesini, bunun ifşa edilmesini.

Sözün özü, sağırların birbirini ağırladığı bir ortam zaten uzun yıllar önce yaratılmıştır ve bu düzeni kimse kimseye bozdurmaz.

İşte bu yüzden Türkiye’de spor yazarlığı bir illüzyondan ibarettir.

Yapılan "taraftar kalemşörlük"tür sadece... 

Gerçek yazarlar üzerine alınmayacaklardır bilirim. Üzerine alınması gerekenlerse asla bu yazıyı görmeyecek(!), bilmeyecek(!)lerdir..




Jale ALTUNEL



talan

caddelerin belli nirengileri
her biri insan seli
yola her revan oluşta yüzleri yabancı, yüzlerine
ve çoğu kere de selâmlamadan geçtiler
gökdelenleri.
aceleciydiler aceleci,
toplu taşıma araçlarında okuyorlardı
malûm gazeteleri
o gazeteler ve televizyonlar ki,
savaşa hayır çığlıklarıyla yollara dökülen yüzbinleri
yok sayarken
hayvanlar ölmesin diye haklı bağrışanlar üzerinden
prim yapıyorlardı
halkın koyunluğuna dair.
anlayamıyordum anlamayanları
oysa modaları yaratanlar her zaman
modacılardı.
kaç Türkiye’nin sabahı olduk gamlı,
bahar ve yaz mevsimlerinde en çok
güneşimiz utandı
diyeceğim o ki
aşinalıklar bu ara çokça azaldı.
meselâ Radyo Binası bile satılıkmış BM’ye
Nazilli’deki Sümerbank, ilk işleriydi hani
acel tecel sildiler bütün izlerini
değişti okuldaki kitaplar müfredatlar
güneşimiz karardı.
“geldikleri gibi giderler” demişti Haydarpaşa’da
on sekizde,
en çok orası yok edilmek istendi...
memleketin yeni çehresine
yüz sürdü ayinleri anımsatırcasına
kimileri.
ve o kimileri çok sevdiler parayı
tüketirken en pahalı  benzinini Avrupa’nın
en pahalısına biniyorlardı arabaların
bu mutlu halleriyle
milletime ikide birde
koyun diyorlardı üstelik.
anlayamıyordum bu anlamayanları
oysa modayı yaratanlar her zaman
modacılardı…

“talan”
j.ak
09.Ekim.2012