12 Eylül 2014 Cuma

THEIR BOYS

Tarih anlatılırken sebepler ve sonuçlar sıralanır. Bunlar bunlar oldu sonra bir öğrenci veliahtı vurdu savaş başladı. Ya da bir gazeteci ilk kurşunu sıktı direniş başladı şeklinde.

Oysa savaşları ya da direnişleri başlatan olayların iktisadi, siyasi ve sosyolojik sebepleri zamana yayılmıştır ve bundan sonra bu olmuştur gibi kestirme cevaplar vermeyi de pek mümkün kılmaz. İşte bu sebepledir ki tarih çarpıtılmaya en müsait bilimdir. Belgeler, o günün şartları göz önüne alınarak incelenir. O zamanın şartları da yalnızca o coğrafyaya kuş bakışı bakmakla değil, dünyadaki siyasi iktisadi askeri ve sosyolojik gidiş doğrultusunda, ülkelerin bağlı oldukları anlaşmalara, bağlı oldukları ittifaklara ve paktlara bakılarak yorumlanır. 

Bizim coğrafyaya bu şekilde bakıldığında "borç batağına batık" bir ülke görürüz. Bu yüzden biraz daha dikkatli bakmayı gerektirir çoğu kez...

Küçük resimlerde, birilerinin kurtuluş olarak gördüğünü birilerinin yıkım olarak yorumlaması, birilerinin direniş olarak gördüğünü birilerinin isyan olarak yorumlaması normal(!)leştirilir… Bu yorumlardaki göreceliklerde yalan söyleyenleri ve tarihi çarpıtanları, hatta bunu özellikle yapanları nasıl ayırt edebiliriz sorusunun cevabı büyük resimdedir. Büyük resim derken, dünya küçüktür aslında ve örneklerle doludur. Perdeyi bir parça aralamak kâfi gelecektir ki perdeyi tamamen kaldırmanın da hiçbir sakıncası yoktur. İçeride “çetrefilli işler” çevirmiyorsanız tabi.

1980 Darbesi’nin gerçek hedefi Türk Devleti'ydi ve Türkiye Cumhuriyeti’ydi diyebilir miyiz? Bence dolaylı olarak deriz. Yine sondan başladım. O halde şöyle çevirelim;

Türk Devletleri’ne baktığımızda ve tabii ki kurucu devlet adamlarımıza, ne görürsünüz? Büyük bir “ordu” ve dahiyane zekâya sahip bir “başkomutan”. Bu biz Türklerin de devlet kurma geleneğinin temel taşı. Dünya’nın diğer devletlerine bakıyoruz, bir iki örnek dışında durum  aynı.

Ancak ne var ki yorumlar yapılırken ne zaman kendi coğrafyanızdan, ne zaman evrensel olarak bakacağınızı kestiremezsiniz. Ya da böyle demeyelim, bu ayrımı yapabilme öngörünüz tırpanlanır.

Zamanlamayı doğru yapabilmek, önce insanın kendi ülkesinde yaşadığı olayın “öznesi” olmasıyla mümkündür. Evrensel olarak baktığınızda bir Fransız kendi etrafında dönen olaylara asla evrensel bakmayacaktır. Yerel bakar, yani ÖZNE'sidir olayın. Bir Rus, bir Amerikalı, bir İtalyan, bir Alman… Herkes kendisidir. Sanatçısıyla, bilim adamıyla, siyasetçisiyle, iktisatçısıyla, işçisi ve memuruyla. 

Ama gelin görün ki bizde durum böyle işlemez. İnsanımız sürekli kendisi de içinde olduğu halkı aşağılayıp, sanki Danimarkalı  ya da Hollandalıymış gibi memlekete yapılanların, bize reva görülenin asla öznesi olmaz. Türkler diye başlar bakışlarını hayıflandırarak, "size müstehak der" sonra gözlerini yukarlara belerterek. Aşağılık kompleksiyle harman olmuş bir öznefret sarmalında esrir…

Darbe ve devlet diyordum.

Binlerce yıllık Türk tarihini öyle çarpık öyle yalan, öyle büyük yanılgılarla dolu dinlemiştir ki falancadan, öz nefreti, Türk Ordusu’na karşı oluşturulacak kin ve nefrette 80 Darbesi'ne dolgu malzemesi olacaktı. Oysa kan durdu diye sevinmişti herkes. Meselâ Zerrin Özer'in bile açıklaması var yazılı olarak. Ama durdu zannettiğimiz kan, kapalı kapılar ardında akıtılmaya devam ediyordu. Hem de oluk oluk. Kan daha önce insani bir biçimde durdurulamaz mıydı? Karşı grupların ellerine tutuşturulmuş silâhlar neredeyse küçük bir ülke ordusunun elindeki silahlar kadar fazlalaşınca mı “their boys” oldu kendi ordumuz?

Kimler getirtti silâhları?
Dipten - derinden kimler verdi o ana kuzularının eline onları?
Tüm bu acayiplik olup biterken Kenan Paşa uyuyor muydu?
Yoksa karşısında düşman askerleri varmış gibi "do it" komutunu beklerken mi plânladı “Bayrak Harekâtı”nı?

Kinin ve nefretin tohumları organikti!  Adı bölücülüktü ve Gericilik de gübresiydi. İhmâl edilmedi, bolca serpildi. Bölücülüğün köklerine iyice kaynadı gübre. Birlikte elele piç otlarla beraber azgınca üreyecekler, filizleneceklerdi!..

Öyle de oldu.

Kenan Evren’in nizamperver bir Nato Jandarması olarak kraldan çok kralcı haliyle, bugünleri görebildiğinden kuşkuluyum. Kendini imhâ ediyordu zira. Türk Ordusu’nu, Devletini ve Rejimini yok etme plânının bir parçası edilmişti.
Kendi elleriyle ektiği tohumlar, beş adam boyu ağaçlara evrildi. Kin ve nefret tohumları öyle gür  göverdiler ki, meselâ sevgi tohumu bire bir, ya da hiç verirken, kin ve nefret, bire on verdi. Hektarlarca yeşeren bu azgın ürün “bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeş(!)çesine” satacaktı günün birinde bu devleti! Eh öyle oldu…

Gelin görün ki ;

12 Eylül’ün Devleti bitirme ve rejimi değiştirme yönünde açmış olduğu delik saatte bilmemkaç yüz km. hızla giden bir jetin gövdesinde açılmış bir delik gibidir. O jet güvenle yere indirilmezse parçalanır. Aşağıdaki nefret ormanına düşer ve büyük bir kısmını da beraberinde yakıp kül eder!

Geriye kalan ağaçlar ne mi olur?
Küresel çete HASAT ZAMANI onların tamamını kesecektir.
Tarihleri boyunca hep ama hep böyle yapmışlardır. Bilmez misiniz?

Bizler el birliğiyle delik deşik edilmiş memleketimi,
Güvenle yere indireceğiz bir gün.
Bundan asla kuşku duymuyorum!.. 

10 Eylül 2014 Çarşamba

DEVLET

Kaba bir tanım yaparsak; Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasi bakımdan teşkilâtlanmış yapıya devlet deriz. Var olan kaynakların adil bir biçimde kullanımını sağlayan, kendi toprak sınırları içinde adaleti tesis edebilen bir yapı.

Biraz açarsak, klasik ve (adalet, diplomasi, iç güvenlik, dışa karşı savunma) iktisadi temelleri olduğunu görürüz. (istikrar, gelir ve kaynak dağılımında adalet, gelişme kalkınma)

Devlet konusunda Aristotales’e ve Platon’a çıkmazsa olmaz bu mevzunun ucu. Ama derdim bu filozofların ne dedikleri, devlet adamlarının ne yaptıkları değil. Yalnızca devleti parçalama ve yok etme yolunda oluşturulan algı işleyişine dikkat çekmek istiyorum. Bölücü ağızların oluşturduğu algı kısaca şöyle;  

Devlet eğitim hakkı vermiyor, sağlık hizmeti vermiyor, onca askeri besiyor ama bir sürü insan açlıktan ölüyor, okul yapmıyor, hastane yapmıyor, onu yapmıyor, bunu yapmıyor. O zaman kahrolsun devlet. Onu yıkmamız lâzım. Yani bu öyle boyutlara vardırılıyor ki. İyisi mi devlet olmasın! Savunma (asker), iç savunma (polis) olmasın. Eee sonra ne olsun peki? Işid ve ydg-h olsun, sokaklarda kapışsınlar, hatta ydg ışid’li bir militanı öldürsün! Ki herkes ydg’yi alkışlasın. Ya da Türkmenlerin canını Türk Ordusu değil de ABD, PKK terör örgütü ve Irak falan kurtarsın. Bölücüler de şunları desin sonra: 

“Sizin devletiniz ve ordunuz ne yaptı Türkmenler için? Biz orada Türkmenler'in canını koruyabilmek için çarpıştık!”    
"Buraların Abdurrahman Çelebisi biz olduk!"

PKK terör örgütü, ABD ve Irak ordularıyla birlikte: 
“bôz îttîfôk ôlmüşôk!” desinler! 
Bu şekilde bize oynatılan tiyatro nedir?

Devlet'e karşın hükümet odaklı düşünebilirsiniz. Yani tüm bunları aslında yapıp eden hükümetlerdir. Ya da yapmayan etmeyen. Pratikte haklısınızdır. Ama tüketilmeye çalışılan Türk Ordusu üzerinden Devlettir ve amaç da zaten eleştirmek, muhalefet etmek değil, dediğim gibi önce tüketmek ve ardından da talan etmektir... Ya devlet başa, ya kuzgun leşe desek ne değişir bilemiyorum...

Neyse yukarıdaki soruya geri dönelim. Devlet konusunda asırlardır oluşturulmuş olan düşünceler etrafında zorunlu bir döngüye girilir. Düşüncenin dikenli bahçelerinde bir döngü elbette. Platon’un ütopya devletinden başlar, sonra farklı amaçların kurgularında seyrini sürdürür. Kimi yayılmacı, kimi kaynak sömürücü, kimi kültür sömürücü, kimi dini cihatlarla tebliğ götürücü, kimi iç otoriteyi sağlamak için her eziyeti yapmayı mübah sayan.. diye devam eder gider örnekler... Ve bu oluşturulmuşluklar üzerinden yeni bir ütopyayı barındırır ve besler kafadaki "yenisi" doğal olarak. Kaçınılmazdır bu. Peki hangi kurgunun plânlandığını, yani devleti yok etme gayretinde olanların yıktıklarının yerinene koymayı plânladıkları modele bir bakıyorsunuz, ekseriyetle işin o bölümü tamamen polemiğin sarp yokuşlarında kendini imha ediyor. Çünkü ütopyanın kurgulanışında gidiş yolları farklı, algılar farklı, kullanılan dil farklı, zaman zaman sistemin adı bile farklı. Kurgulanmış ütopyalar üzerinden bugünün koşullarında asla hayatta kalamayacak ezberler tekrar ediliyor. Oysa onlar için uzun zaman öncesinden "kurgulanmışı" vardır. Halbuki sosyalist bir devlet kuracaklardır ya, neyse... "Bir tatlı şifadır aldanmak" demiş üstad.

Esasen pek mühim değil. Çünkü onlar kolkola girdikleri çetenin ipinde ipe sabitlenmiş bir şekilde cambazlık yapıyorlar. Yakın zamanda destekler kesilecek. Trafik tıkanacak. Şah görünümlü filler, at görünümlü piyonlar gerçekle yüzleşecekler.

Ben de sağlık hizmeti alamıyorum bu arada, eğitimde fırsat eşitliğinden falan çocuklarım faydalanamıyor. İçinden hukuk çıkarılmış ve bir kefesi ağır çeken adalet terazisi benim de hiçbir işime yaramıyor! Üstelik zarar gören yoksul kesimin olduğu bir taraftayım, doğal olarak eleştirinin ağababasını yaparım, da devlete değil… İçini boşaltanlara! Tırpanlayanlara, kemire kemire yok etmeye çalışanlara yaparım!

Kurumların içlerini dolduranlar nasıl ki insanlarsa, Atatürk'ün ardından deli gibi devleti yıpratıp kanunları delik deşik edenler, halkın gözünden düşürenler de yine  niyeti bozmuş, (ya da tam tersi niyetini yerine getirme telaşında) ahrarcı artığı kuklalar olmuştur. Ceplerini doldurmak, dünyalıklarını yapabilmek esasıyla davranan bu siyaset esnafları, her daim hınçla, nefretle, kinle ve intikam alabilme ihtirasıyla yaptılar yapacaklarını.

Kavramların bu kadar iç içe girdiği bir coğrafyada devletle zoru olanların gerçek sıkıntısı üzerini kedi gibi örttükleri Cumhuriyet rejimidir elbette. Çünkü devletin geleneksel(klasik) ve iktisadi(modern) politikalarını belirlemede aslolan, rejimin ta kendisidir. Kahrolsun devlet’in ardından 2002’lerden sonra bölücü ağızlara “kahrolsun tece, işgalci tece” kalıbının  söyletilmesi de hiç tesadüf değildir.

Monarşi rejimi yerine anayasamızla inşa edilen ve 29 Ekim 1923’te yürürlüğe giren “egemenlik sınırsız ve koşulsuz ulusundur” tanımı alt üst olalı yıllar oluyor. Seçim sistemimizdeki “millet vekillerini yalnızca parti başkanı aday gösterebilir” kuralı, seçimlerde demokrasinin asla işlemediğinin apaçık göstergesidir.

Ama vatandaş her seçimde “vatandaşlık görevimi yapıyorum” şiarıyla koca bir kandırmacanın içinde olduğundan bîhaber gibi, gider “tıpış tıpış” oyunu kullanır. 

Kafasına göre bir aday çıkmadı mı? O zaman olanların içinden seçeyim bari der… Cb seçimlerinde en acayip şekliyle yaşamadık mı bunu? Hatta tam dokuz köyden kovulup da onuncu köylere gelen şeffaf habercilerimiz, muhalif(!) tv kanallarından tavuklarını yemler gibi yemlemediler mi koskoca halkı? Sonra oy kullanmayanları da vatan haini ilân etmediler mi?  

Halkın katılım oranı bir seçimi meşru kılma konusunda en belirleyici faktördür. Bu yüzden oyunu kullanmayacak olanlar için para cezası türü uygulamalarla korkuturlar ve hep de tutar bu taktik. Sihirli sözcük: vatandaşlık görevi'dir. Yeterli katılım oranının sağlanmış olmasına kendi aralarında verdikleri isim: Demokrasi Şöleni’dir hatta… Her seçim sonrası dönemin reis-i cumhuru kim ise, o çıkartılır tv’ye ve: “Bugün halkın büyük bir çoğunluğunun katılımıyla bir demokrasi şöleni yaşanmıştır, vatana millete hayırlı olsun!” der.

Oysa içlerinden geçen şudur: 

“Bu sefer de yediler!”






4 Eylül 2014 Perşembe

ÖZGÜRLÜKLE KANDIRIP HEDEFE GİTMEK

"Aaa bak bugün de şeriat gelmedi? hihohihih"

"Ne sanıyorsunuz İran mı olacağız sanıyorsunuz gegegee?"

"ekieki eki, abartmayın yahu özgür irade diye bişi var, biz özgürlükçüyüz, herkes özgürdür."


Bu lafları 99'dan beri, yani AKP iktidara gelmezden 3 yıl öncesinden beri belki bin kez duydum. Zira o gün bugündür gerek sözlü olarak gerek şiirlerimde, ve yazılarımda uyarılarımı duyurma çabasında oldum:

Zamanını bekliyorlar, güçlenecekler, Demokrasiyi, Gazi Paşa'nın bizlere bıraktığı mücevher değerindeki bu yönetim biçimini, insanların vicdan ve merhamet duygularını kullana kullana gelecekler ve memleketi kendi karanlıklarına sürükleme rüyalarını gerçekleştirecekler dedim, diyenlerin, görenlerin yanında durdum.

Memleket keskin virajları dönerken ödümüz patladı. Referandum en önemli yol ayrımlarından biriydi. "Yetmez ama evet" dediler.. Antimilitarizm rüzgarları esiyordu. Vicdani retler, darbelerle hesaplaşmalar konuşuluyordu sivillerin yapageldiği onlarca siyasi darbe göz ardı edilip. 

Ama şimdi Selahattin Demirtaş "Türkiye PKK'ya silah yardımı yapsın" der oldu! 

Onlar her daim güçlüydüler. Çünkü güçlü olanların kuklaları onlar. Küresel çete neo-sevr'i uygulatabileceği yönetimi seçerken, eş zamanlı olarak bu halkın başına "Ilımlı İslam" çorabını da giydirmeyi planlıyordu. 

Bunun içindir ki "Mütareke Zamanı" hainlerinin ve işbirlikçilerinin torunları iktidara getirildiler.. 

Kültürel yozlaşmanın dilde başladığını onlar en iyi bilirler. 80 sonrası memlekette pub cafe hede hödö ne kadar dükkan bakkal çakkal varsa isimler İngilizce Fransızca Almanca kondu hep. İşin garibi insanlar da oraları tercih eder olmuşlardı. Recaizade Mahmut'un Araba Sevdası romanındaki aptal karakterlere döndü koskoca halk... Döndürüldü. Dönüştürüldü... Bu dönüşümde başat enstrumanlar, televizyon ve sanat dünyası(!) olmuştur. Amerikanvari ya da Avrupai olunca daha "karizmatik(!)" oldular. Ki hâlâ öyle olduğunu sananlarla doludur memleket. 

Bir ülke cahil bırakılmışlığın yanında kültürel olarak yozlaşmaya da başlamışsa işte o zaman durum kötüdür. Çünkü nereye çekseniz kuzu kuzu oraya gider. 

Dil yozlaşmışsa, kavramlarla da gayet kolay oynanır. Çünkü elma artık elma değildir. O kadar fazla insan o elma'ya armut demektedir ki; Bir ısırık alırsınız elmadan ve 

"Oğğ armut bi harika dostum!" dersiniz..

Artık herkes emellerine ulaşma konusunda eş zamanlı olarak tüm virajları almış ve yokuş aşağı bir son düzlüğe gelinmiştir. 


Herkes derken; 

1-Küresellerin neosevr'ini, yani parçalama planlarını,  
2-İktidardaki gericilerin islâm cumhuriyeti'ni kast ediyorum. 


Aklınıza bölücüler takılıyor biliyorum. Eee onlar? Diyeceksiniz, demeyin. 


Çünkü onlar her daim olduğu gibi kâğıt mendildi. Kullanıldılar. Ve sümkürüldükten sonra çöpe atılacaklar.

Yani bölücü tayfayla kolkola omuz omuza olan; barış kardeşlik ve "özgürlük",  sloganları atan ve çoğu kez de uzaktan kumandayla vicdan ve merhamet duyguları işletilen insanlarımız: KULLANILDINIZ! 

Bu arada bu yazı İmam hatiplerde Türkçe'nin yasaklanmasıyla ilgiliydi. 

Yasaklarlar efendim yasaklarlar! 

Çocuğunuzu yolladığınız devlet okullarını zorla imam hatiplere çevirenler "türbana özgürlük" naraları atılırken koluna girip, omuz  ve el verdikleriniz değil miydi?

Onların mağdur türbanlı bacıları için hep beraber gözyaşı dökmediniz mi okuyamıyorlar doktor olamıyorlar diye? E oldular olmasına. Doktor da oldular ama sana bana olmadılar işte. Çünkü Hipokrat yeminini bile etmiyorlar? 

Büyük kullanıldınız büyük!

Aynalara bakarken bir kez daha düşünün. 

Düşünmekten zarar gelmez...


2 Eylül 2014 Salı

kendi kalemiz


I-

Gol atmaya gelirken hızlı forvetimiz kendi kalemize,

Savunmaya koştum "lan n'oluyo" diye!


Kaval kemiğime tekmeyi basıp geçti kasti faulle,


Gol attım diye sevindi üstüne şaşkın divane... 



"kendi kalemiz"



II-

İşi zor, çok zor

kendi kalemizin,

ucunu sivriltmeli

kalemlerimizin!

"kale'm"


j.ak

2.09.2014

3 Temmuz 2014 Perşembe

yol



-bahane-
bir mücadele romanında,
rastlamışımdır adına
en azından ne diyeceğimi biliyorum
Çanakkale’ye beraber gideceğimiz atıma
bunu şimdilik aklında tut.

-diz-
çünkü mesafe ve aklın
toplamı kadardır her umut
izin verdiği ölçüde,
ölümlü bir vücut.

-güz-
plânlar var bitimsiz 
ve elimde yırtık haritalar.
köyler,  köy evleri,
onun terli tüyleriyle
aklımın tımar saatleri.
ve en önemlisi de
üzerinde kalma süresi.

-nisan-
gidelim,  gitmek farz
yolda bekler bizi çokça itiraz
başım üstünde,
yüz yıl önceye minnet
pes etme Sakarya’m 
sabret.

“yol”
-atlıkadınca-
j.ak
3.Temmuz.2014











1 Temmuz 2014 Salı

kurganlarım kırılarak

arz edildi, gördüm şaşarak
tohumun ve insanın körü,
ormanın sesi, göllerin tuzu,
adanın nefesi hem de tozu,
dogmaya, inanca ve
akla değdi, onların aç gözü
büyürken tek-elleri, 
öldürdü uyuşturdu.
onaylanırken oyalandı
ki salgın bir hastalıktı
yeni bilgi toplumu.
üstelik ezberledi `herkes`
yanlışı ve doğruyu.
talep edildi gördüm şaşarak.
ve tarihlerim değişerek
kurganlarım kırılarak
damgalarım silinerek
peydah olmuşlar canıma.
kara uzun elleri, 
batmış boğazlarıma!
kara uzun elleri,
hırsızlarken kültümü
her defasında tekrar yaşarım
öz yurdumda kahpe ölümü
şehadet pınarında kanını yıkarken
her defasında bir Kerkük Türk’ü.

"kurganlarım kırılarak"
j.ak
1.Temmuz.2014






29 Haziran 2014 Pazar

ben kokulu


hava bugün yanardöner

bir çocuk bağırtısı kulağımda


gömleği kaneviçeli, 


başında şaylı tahya 


ve bir kadın inlemesi derinde


püskülü boldu fesinde


yanıp döner bugün hava


eller yüzlere


kapanırken utançla

 
baykuş tüyleri eser 


ben kokan zülüflerde...



"ben kokulu"
j.ak
29.Haziran.2014

26 Haziran 2014 Perşembe

başı kökünden aparma... (öz yurduma)


kolayından bir davanın
mevsiminde parlayan güneşleri
Haziran karanlığı katran
ve  sıcağında kan var!

sığdan açıktan legal-
leşmiş; sokaktaki tertiplerde kaçak dövüşün,
duymadın mı yüz elli bin soydaşın
evinden ve yurdundan sürgün.

susana yol verenin  kanatları altında
ey başı kökünden aparma;
bilir misin? Kerkük’te şarkı sözü şimdi,
hayatta kalmak oldu
Telafer’deki resim
kanlar içinde masum
Tuzhurmatu’da heykel,
yıkık ve viran evler
Musul’da bir kısa film,
bir saniye süren ölüm!
artık ne Türkmeneli’ni
ne de memleketi aydınlatır
mevsimlik yaban günün.

özgürlük yalanından, kana kana içtiniz
kandığınız ellerin baş tacı edildiniz
mankurt sloganlar atıp o renkli faşinglerde
Türk'e düşman oldunuz ve Ulu Önderimiz'e...

hiçe saymak memleketi sana göre medeniyet
yitip gidiyor ama gör, koskoca cumhuriyet
bil ki kana bulanmıştır sloganın sazın sözün
başka yerde arama kökündedir senin özün.

ve bu sıcak karanlıkları,
turfanda şimşekler aydınlatacak
er ya da geç bir gün, 
unutma!

"başı kökünden aparma"
j.ak
26.Haziran.2014




9 Haziran 2014 Pazartesi

DAHİLİ VE HARİCİ BEDHAHLAR

Dahili ve harici bedhahlar –düşmanlar-!

Kimdir bunlar ve bizden ne istiyorlar? Bu memleketin başına örmeyi düşündükleri çorap nedir/nelerdir?

Dış düşmanların istediği yüz küsür yıldan beri hiç değişmediği için artık ezbere biliyoruz. Memleketi bölmek istiyorlar. Büyük İsrail için Büyük Ermenistan için. Kürt(?)’leri çok düşündüklerini hiç zannetmiyorum/z. Etnisite üzerinden uygulanan aşı nihayet tutmuş ve Fars-Arap-Türkmen karışımı coğrafya halkı tarafından bambaşka bir etnik kimlik oldukları gerçeği öne çıkarılarak ana dil ve özerklik sonrasında bağımsız devlet palavralarıyla kalkışmaları sağlanmıştır yıllar içinde. Dış düşmanlarımız, bugünün sömürgeci devletleri ve tröstleridir.

İç düşmanlarımız Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nden beri aynıdır. Gericilerdir. Yapmak istedikleri, Atatürk Cumhuriyeti’ni devirip kendi II. İslâm Cumhuriyetleri’ni kurmaktır. Kim olduklarını söylemeye gerek var mı?

Kurumlar süratle dincileştiriliyor. Milli Eğitim’den Atatürk ilkelerine bağlı yurttaş yetiştirme maddesi çıkarıldı. Yaşam şeklimize ciddi müdahalelere son 2 yıldır büyük bir ivme kazandırıldı. Televizyonlar iyice izlenmeyecek hale getirildi. Başına türbanını takan kanaat önderi gibi konuşuyor. Televizyonlarda artık cinler periler büyüler tartışılır oldu. Bilim kurumu Tubitak dahil tüm kurumlar din kisvesi altında sürreel hurafelerle doldu taştı. LGS’de sınav kazanamayan çocuklar zorunlu olarak imamhatiplere gidecekler artık. İç kargaşamız tırmandıkça neler olup bittiğini gözümüzden kaçırıyor olabiliriz ama gerçekler ortadadır.

Memleket fizikî bir bölünmeyle eş zamanlı –son 30-40 yıldır- düşünsel anlamda da ayrı düşen öbek öbek insanlarla doldu. Dezenformasyona uğramış tanımlar, tarihsel köprülerin bir türlü kurulamayışı, eksik ve hatalı bilgilenme ve yanı sıra tüm bu dezenformasyonun;  entelektüel, sanatçı, fikir adamı, en asil duygu insanı şeklinde tarifleyebileceğimiz kişilere “hümanizm” üzerinden söylem olarak benimsetilmesi ve bolca tekrar edilmesi korkunç bir bilgi kirliliğine neden olmuştur.

Milliyetçilik ayıplı ve yasaklı olmuş, bayrak vatan aşkı ile alay edilmeye başlanmıştır. “Milliyetçilik günahtır” bile diyenler çıkmıştır. Ne olarak doğacağımızı seçemediğimiz için günahmış. İyi de sormazlar mı adama annenizi seçebiliyor musunuz? O halde annenize… Neyse uzatmak istemem bu bahsi çünkü son derece abuk sabuk yerlere gider bu mesele.

Şu anki konumuz çok daha trajik ve önemli. AKP başta olmak üzere meclisteki tüm partiler, bölücü terör örgütü ve ordu (TSK demiyorum, Türk gibi düşünmeyen bir ordu tsk olamaz çünkü) birlik olmuşlar, sömürgecilerden aldıkları talimatlarla iç savaşı körüklemektedirler.

Bu körüklemenin iki sebebi vardır:

    1-  Güneydoğu’da etnik kalkışmayı ve karışıklığı alevlendirerek İKİZ YASALAR’ı devreye sokmak uluslar arası tanınmayı sağlamak.

    2-  Dahili düşmanların Atatürk Cumhuriyetini yıkarak II. Cumhuriyeti (ılımlı islâm cumhuriyeti) fiilen hayata geçirebilmek. İşte karışıklığın tüm yurtta çıkartılmak istenmesinin nedeni budur.

Şimdi ver kurtulcu, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasıncı hümanizmle bozmuş sevgi pıtırcıkları; yani kendilerine hiçbir şey olmayacağını sananlar var ya hani? İşte iç ve dış düşmanların plânları gerçekleşirse bunda sizlerin şuursuzluğunuzun da payı çok çok büyük olacaktır! Haberiniz olsun.

Uyarımı yapıyorum.

Tarih sizleri de yazacak bir kenara, bunu unutmayın!




2 Haziran 2014 Pazartesi

sim'leri sürülü

Yarı gerçeğinde ömrün,
Düşlerini yaşadık çoğu
Yer gök maviydi ya hani, 
Iskotasız uyunan sandallarda.
Gözlerimize değdi pa Tak-
Sim'leri sürülü sürülere sır.
Anlaşmalarına bakıyorduk toprağın,
Devriklerin sarı kağıtlarından.
Büyüklerinizi büyüteçle,
Görünmez mikroplarınızı çıplak gözle 
Gördük, ayıkken.
Elimdeki kadehte aşk vardı o an, 
sek ve duble!
Devirmek dürtüsüyle, 
yudumlamış bulundum.
İz?
İndeymiş kimisi, 
Gözyaşları `çok sesli`
Hiç farkında değildim oysa,
Fazla mesaideyken Soma'da, 
O madende kaybolup,
pınarımı kuruttum.
Yarı gerçeğinde şu ömrün,
Kâbusuna tırmandım.
Yer kök adresken memlekete,
Bir Taksim üç, eşittir kana.
Madem oturduk bu sofrada,
Bütün hesap benden!
Madem oturduk bu sofrada,
Hesaplar sizden sorulsun...

“sim'leri sürülü”
j.ak
2.Haziran.2014

30 Mayıs 2014 Cuma

SAHİPLER VE KANAAT ÖNDERLERİ - 2014

Aradan tam bir yıl geçti;

Geçen sene, 31 Mayıs’ta geceyarısı tamamen kişisel bir panikle Gezi Park’ta neler olup bittiğine dair bir yazı yazalı tam bir yıl oluyor. Eksik gedik dilim döndüğünce, geçen seneki kalkışmanın “Kanaat Önderleri”nden dem vurarak, yapılmak istenenin aslında neler olabileceğine dair bazı öngörülerde bulunmuştum. Hemen hemen hepsinin aynen söylediğim gibi çıktığını şu geçen bir yıl bana doğruladı. Fal gibi. Ama işte ben falcı falan değilim. Memlekete yalın bir gözle bakmasını bilen herkesin hele de siyasi tarihçilerimizin çok daha net bir biçimde bunları gördüklerinden de adım gibi eminim.

2011’den beri milli bayramlarımızı kutlamamız şu veya bu biçimde engelleniyor. 29 Ekim Van depremi bahane edilerek, 23 Nisan çocuk ölümleri bahane edilerek, 19 Mayıs Soma katliamı bahane edilerek kutlanmadı. Kutlanmayı geçelim elbet, anılmadı bile neredeyse. Birileri aklımızla adeta alay ediyor. Söylem kumkumaları sokaktaki aktivistlerin ta kendileridir. Bir arkadaşım onlar için “dil polisi gibiler” demişti. Dil eşkiyası desek daha doğru olacak sanırım.

Karşı görüşlere asla tahammül etmeyip, sürekli demokrasiden ve özgürlükten bahsetmelerine rağmen, bir karşı söylem duyunca derhal “susturuculuk” yapıyorlar.

İnsaniyet ve merhamet duygularını ajite ederek toplumsal baskı oluşturuyorlar ve kitleleri sanal bir algı üzerinden hareketlendiriyorlar.

Kendi aklıyla düşünebilen bir cahili, başkalarının fikirlerini kendisininmiş gibi inanarak söyleyen bir okumuşa tercih ediyorum bu ara/bu yüzden.

Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde;
Gözyaşlarımızı basamak yaptılar! 
Duygularımızı çiğneneyerek  devleti yok etme merdivenini hızla tırmanıyorlar!

Önümüzde duran tehlike hem bölünerek Doğu ve Güneydoğu’daki bereketli toprakları kaybetmek, hem de şu anki rejimle sıkıntısı olan dahili unsurların Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkma, yerine kendi II.Cumhuriyet’lerini dayatma emelleridir.

Bu emeller konusunda dış mihraklar yıllardır milimetrik bir şekilde çalıştılar ve içeride destekledikleri Zübükzadeler’i, ancak gdümlü bir siyasete malzeme olup, iktidarıyla muhalefetiyle buna gerekli zemini hazırladılar. AKP dönemi Marshall ve Nato’dan beri gelmiş geçmiş en yüksek ivmeyi sağlamıştır,maddi-manevi; kayıplarımız, borç girdabına saplanmamız ve Atatürk ilkelerinden verdiğimiz tavizler konusunda…

Şu an devletçiliğe bakıyoruz devletçilik ilkesi diye bir şey var mı? Yok. Özal’lı dönemle başlayan özelleştirmeler son hükümet dönemi zirve yaptı. Maden çöktü, özelleştirmeye hayır diye bağrıştılar. İyi bir şey tabii bazılarının ağzından bunları duymak. Hele devleti yıkmak parçalamak girişimlerine su taşıyanlar için şahane bir oksimoron. 

Milliyetçiliği etnosantrizmle karıştırıp faşizmle bulamaç edip önümüze koymuş dil eşkiyaları. Ve tabii bu zırvaların peşine takılan romantik de alabildiğine çok. Kafası karışmış, Türk yurdunda bir Türk. Ama olayların asla öznesi değil. Başkalarından bahseder gibi bahsediyor “diğer” tüm vatandaşlardan ve kendinden. Çıkarlarını korumak gibi bir şuuru yok. Geçmişte , bir arada yaşamış mıyız? Evet. Gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında mıyız? Eh sorduğunuzda evet diyor.  Aynı vatana sahip, dil, kültür ve duygu birliğimiz var mı? Var. Türkçe edebiyat yapıp nobel bile alıyor bu zevat. Ee derdin nedir o zaman?

Cumhuriyetçilikte durum vahametini katlanarak artırıyor. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti ufaltıldı ufaltıldı teecee yapıldı. Cumhur yabancılaşma efektleri vermekte, rejimse tıpkı saltanatlık gibi.
Halkçılık, Hükümetlerin Atatürk’ten sonra asla olmaya yanaşmadıkları bir ilke. “Halk kim ki zaten!.. yüzde bilmemkaçı şöyle böyle” uzantılı bir öznefreti de sözde aydınlar tarafından yine bu halka söyletilmiş -söyleyene kendini iyi mi hissettirir bilinmez- ve halktan kopuk siyasi anlayışla tam aksi yaratılmıştır. Ulusal egemenlik milletindir ilkesi oldu mu size “ulusal egemenlik Allah’ındır”?!
Konu dönüp dolaşıp Laikliğe gelmedi mi ta Menderes’ten beri? Dini kullanmayan bir parti var mı bu memlekette? Kadınların türbanının ve eteklerinin altına girmeyen? Özgürlük diyerek hem de. Demokrasi diyerek. Şu an din ve devlet işleri birbirinden ne kadar ayrıysa ben de o kadar şimendiferim. 

Tam bağımsızlığaysa sustum. Buna bir şey demeyeceğim…

Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti, şu an sadece kağıt üzerindeliğini korumaktadır. İlkeleri hayatımızdan koparılmış olmasına karşın teknik olarak varlığını sürdürüyor.

Gezi Park’a ve yarınki eylemlere dönecek olursam, bir yıl önce ne düşünüyorsam şimdi de düşüncelerim, “yurt dışından ithal bir kalkışma” için değişmedi. Çünkü Gezi direnişi hiç de öyle –bu ara sıkça tekrar edilip durulduğu gibi- kendiliğinden falan olmuş değildir. Ön Asya’da Arap Baharı diye adlandırılan kalkışmaların tümünde occupy organizasyonu görmedik mi? Diren diren! Hazırlıkları gördüm geçen yıl, Cumartesi günüydü. Taksim’deki duvarlarda occupy, yumruk, şablonlanarak yazılmıştı. Siviller kol geziyorlardı ve provokasyon-fısıltı gazeticiliği yapıyorlardı.

Geçen yıl gezi olayları, yaz boyu devam ederken, Güneydoğu’da BOP’a uşaklık edenlere kalan, “ilan” etmek oldu sadece. Analar ağlamasın deniliyordu on yıldır. Ağlak ağlak. Bir yandan analar ağlamasın deniliyor, bir yandan olağan her yılki dağa çıkışı PKK silah bıraktı’ya bağlıyorlardı. Bu arada medya ve TV.’da, orada şehit olan korucu ve vurulan askerlerin haberleri de halka hiç duyurulmuyordu.

Bugün 30 Mayıs. Son 2 haftadır deli divane sosyal medya operasyonu sürdürülüyor. Geziyi hatırla, geziyi unutma şeklinde. Yahu unutulacak bir şeymiş gibi!!! Üzerinden 40 yıl falan geçer de farkındalık yaratırsın. Daha polisin katlettiği çocuklarımızın acısı dinmemişken ne hatırlaması ne unutması?! Duyarsız olmakla suçlanmak da var tabii.

Ama asıl duyarsızlık memleket giderken, rejim dahil her şey tehlikedeyken Güneydoğu’da sıcak gelişmeler yaşanırken, kamuoyunun dikkatini Taksim’e çekmek ve yüzlerin o tarafa çevrilmesine “hükümet ve dış mihraklar eliyle” destek olmaktır…
Yarın memleket yeni bir kargaşaya ve bu kargaşa ardına gizlenecek olan sinsi planlara gebedir. Böyle konuşunca AKP’yi desteklemekle bile suçlayanlar oldu. Yapmayın etmeyin! Bir düşüncenin peşine takılmıyor olmak, o düşüncenin karşıtı olmak demek değildir. Karşısında değil çaprazındayım canım kardeşim! Çapraz ateşlerdeyim. Memleketi başkalarının sana layık gördüğü ucube bir planla kurtaramayacaksın. Occupy organizasyonun girmiş olduğu hangi ülke şu an refah içinde “özgür” ve “demokratik” olmuştur sorarım! Libya mı? Tunus mu? Fas mı? Mısır mı? Suriye mi? Sudan mı?

Occupy organizasyon ve aktivistler neden 3. Köprü yapımında katledilen hektarlarca arazi için eylem planlamadılar?

Siyanürle maden aranırken ve oralardaki binlerce insanımızın hayatı tehlikedeyken?

Eğitim sistemimiz 4+4+4 olurken?

Bize İsrail’in kör GDO’lu tohumları dayatılırken?

Neden dev pankartlarla yumruk şablonlarıyla faşing havasında o muhteşem organizasyonlarını yapmadılar?

Listeyi uzat uzatabildiğin kadar! Yapmazlar! Çünkü bunlar seni beni doğrudan ilgilendiriyor. Onları değil. Onları ilgilendiren Türkiye’yi diğer Ön Asya ülkeleri ve Ukrayna gibi bitirmektir. 

Taksim, bu memleketin siyasi geçmişindeki en büyük mitinglerin yapıldığı yer olması nedeniyle önemli bir meydandır. Mayıs 1969'da California'daki park eyleminden beri benzer tezgahlar hazırlanıp sahneleniyor dünya üzerinde. 

Yarın sloganlar atan aktivistler, saldırılar başlayınca her zaman olduğu gibi çil yavrusu gibi dağılacaklardır. Çevir kafanı bir bak, Güneydoğu’da polis bölücülere elini sürebiliyor mu? Haşa! Yine biz öleceğiz, yine biz kırılacağız. Üstelik neden? Büyük İsrail ve büyük Ermenistan kurulabilsin diye, yeni sınırlar çizilsin diye!

Başkalarının oyunlarında figüran olma! Kendi oyununu yazıp yönetebildiğin an Devrim de senin vatan da senin olacaktır!

Jale Altunel- “Sahipler ve Kanaat Önderleri 2014”