4 Mart 2011 Cuma

Keşke Yalnız

zor olmadı
yakalayıp da
tutmak kendimi.
yolundan çevirmek
değil yaptığım
tüm o söylediklerimi.
asmalı mıyım
bir arağacına
hissettiklerimi?
koşarak,
çok uzaklara giderler
o duygular belki,
ve çekerler belki de
kendi iplerini.

evrilmeli hayal
devrilmeli.
hiç dargın
hissedebilir miyim
bana kendimi?
şanslıyım bu günlerde
bırakmadığım için beni
"keşke yalnız bunun için
sevseydim seni..."

"keşke yalnız"
j.ak
3.Mart.2011

(cemal süreyya'ya selâm olsun...)

3 Mart 2011 Perşembe

Ergenekoncu Olmayan Muhalif Gazeteci

Muhalefet etmenin illegal birşeymiş gibi gösterildiği yurdum topraklarında mumla arasan bulamayacağın türden birşeydir bu. 

Vardır aslında güya ama onlar "gibi yapanlardır." Muhalefet ediyormuş gibi yapıp sistemin bütün nimetlerinden nasibini alır, dolayısıyla duruşu sık sık çizginin dışına kayar. özde değil sözde muhalif diyeyim de tam olsun. Zira sözde muhaliflik kolaydır. Car car car konuş hamaset yap. Çok güzel aferin. Ama bir de bakarsın ne yapıyor diye, bulunduğu sisteme deliler gibi hizmet sunuyor. E bravo ne diyeyim. Kolay gelsin. Allah işinizi gücünüzü rast getirsin...

Gerçek muhaliflere gelince ise işleri zor!
Gerçekten zor.

Yaftalanmak ilk başlarına gelen olur bunların. Şucusun, bucusun denir. Savunulanlar legaldir, ama o değerler tu kaka yapılalı öyle uzun bir zaman oluyordur ki, kendisini açıklamaya yeltenemez bile. Çoktan damgası basılmıştır. Seksenli yılların sol modasının öncü takipçilerinden kuzey rüzgarları eşliğinde ezberci saldırılardan tutun da, dincisiydi liboşuydu kürt faşistiydi, herkesin eleştiri odağı olmuştur. Bir de bakar ki her görüşe serbesite sağlanmış boruları son ses ötüyor, Cumhuriyetimize sahip çıkmaya çabalayan muhalif bırakın konuşmayı, gık dediği anda sorunu kökünden halletme yoluna giden faşist bir dikta rejimi var karşısında...

Hangi hükümet vardır ki dünyanın en büyük adliye sarayını yapıyoruz diye gururlansın. Adliye sarayından bahsediyoruz yahu, konser salonu, kültürel etkinlik merkezi, bir bilimsel araştırma platosundan falan değil. Adliye sarayı. Davalı, davacı, suç gibi kavramların ağız dolusu olduğu bir yer. Suç oranının bu hükümet döneminde kaça katlandığı artık herkesçe biliniyor.

Sakın şimdi "aman efendim öyle güzel çalışıyor ki bu makamlar eskiden yakalanamayan suçluların hepsi bu hükümet zamanında yakalandı ve tutuklandı" deyip de insanın asabını bozmayın... Zaten yakalanmış olanların suçlu olmalarına rağmen nasıl serbest bırakıldıklarını biliyoruz, izledik televizyondan  hep beraber. Davullu zurnalı çıkış merasimleriyle  Hizbullah militanları serbest,  PKK terör örgütü üyeleri Habur kapılarında kurulan seyyar mahkemelerce "serbest"... Ama birileri çıkıyor ve mabadından Ergenekon diye ucu açık bir terane sallıyor, sonra dalga dalga "gelsin muhalif gazeteci, gitsin muhalif ses" hadi ordan yahu. Korku filmini geçtiniz be...

Bugün akşam haberlerinde yine o çok konuşanlardan biri "her muhalif ses bir gün Silivri'yi tadacak" diyordu. Laf güzel, cafcaflı. Ama laf işte sadece. Gülelim mi şaşıralım mı yiyelim mi? Çok da masum anlatıyordu oysa. Dinlemişim gayrı ihtiyari... Neyse.

Ha durun bakalım hem Adadolu yakasında Kartal'daki  hem de Avrupa yakasındaki o devasa adliye saraylarının yapımları tamamlanmak üzere. Tamamlansınlar hele allah'ın izniyle uçanla kaçan diyorum artık.

Bizler faşizmde nirvanayı yaşarken hala daha "ileri demokrasi" palavralarını utanmazca dillendirenler var. Oturup ağlamak istiyor insan.
Şimdi aklıma şahane bir söz geldi ama önce googledan bakmam lazım soyadı neydi adamın? Evet Barthes'mış,
vee Roland Barthes'dan gelsin bu hareketli söz;

"Faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir."

Bizim muhalif basın da aynen bunu yapmaktadır. AKP'yi eelştirirler eleştirmesine, ama falanca falanca uygulamalarını da ille başarılı bulurlar. Yahu dön de bir bak hemşerim götü açıkta bırakılmış memleketin, o uygulama iyi olsa nee kötü olsa ne?... Daha hala ne iyisinden bahsediyorsun?

Hele din konusu aman diyeyim dağlara taşlara. Şu hükümet başa geldiğinden beri şöyle adam gibi çıkıp da ben inanmam kardeşim bu palavralara diyen/diyebilene rastlamadım. Ateist ise hiç konuşmaz agnostik ise konuşur muğlaktır renk vermez. Biraz inançlıysa "ben asında inançlı biriyim" deme ihtiyacını hisseder. N'oluyorsunuz kardeşim? Bana ne senin neye inandığından? Açlar doyacak mı sen inandın diye? Memleket borç batağından kurtulacak mı burnuma soka soka kıldığın o namaz sayesinde? Senin Hac ziyaretinden bana ne, sen hacca gidince benim sosyal güvencem mi artacak? Söyleme kardeşim bunun şovunu yapmak için ön saflara atma kendini.  Ama yok inanmayanın bile ne kadar aslında imana geliverdiğini ve bunu söyleme ihtiyacı hissettiğini gördük. Bir saygıdır gidiyor. Kendilerini aklama cümleleri de hep birdir : "Aaa şekerim inananlara saygımdan dolayı" "Bir laf vardır:`bir köye girerken herkes körse sen de tek gözünü kapatacaksın`" vs...Bırakın bu işleri yahu!

Saygı ne kadar kolaymış böyle meğer? Ben göstermiyorum işte. Var mı itirazı olan? Abuk sabuk safsatalardır  bana göre hepsi. Ve bu da benim düşüncem. Kimseden de saklayacak değilim. Ben kadın ile ilgili tüm ayetlerin "Kadınlarınıza söyleyin" diye başlayan orada bile erkek egemen bir tutum sergilenilmiş olan sözlerin nesine saygı göstereceğim? Ne o elin adamı gelecek bana söyleyecek, ben de öyle yapacağım. Oldu. Nötr olmayı anlarım, doğru bildiğini söylemek kaydıyla... Ama bir de üstüne saygı göstermek, işte bu düpedüz faşizme "yalan" söyleyerek karşı duruş gösterememektir!

Ne olduğu apaçık meydandadır işte. Seçimlere kadar bir iki dalga daha yaşamamız işten bile değildir (sanki seçim yoluyla olası bir değişiklikte memleketin tüm sorunları hallolacakmış gibi.) Bloglara erişimler de engelleniyor, muhalif sesler de birer birer susturuluyor. Olan budur.

Tabii bu iktidarın akfaşizmi, bulundukları pozisyonu korumak amacında. Bir B,C,D partisinin memleketin dertlerine ne kadar "deva" olabileceği ise bu yer sağlamlama çabasından çok daha vahim bir durumdadır. Fazlaca ironik. Nasıldı o söz?  Kasap et koyun can derdinde mi?

Bir kavgadır gidiyor kör dövüşü gibi...

Peki ya memleket?!

2 Mart 2011 Çarşamba

Topallar İç Dileğim...

bir yanı daima daha ağırdır
yürekteki adaletlerin
günlerin salısı ya da
mevsimlerin
ilkbaharı kadar
alelacele sürüklenirken,
bir demet doğaçlamada,
seher vaktidir hüzün.
vapur iskelelerinde şu ömrün,
kızıl sorularını yazdı
bir martı;
kanadıyla köpüğüne
denizin.
güz biriktirdi ellerim güz
tuz biriktirdi
trapez zerrelerinden gözlerim.
ya dumandandır
ya da rüzgardan,
yanağımdan süzülen
yenilmiş gidişlerim...
aklımdan bir dünya dert geçerken
topallar iç dileğim
diyor ki; "boşver..."
sözcükler, 

bu yüreğin
görünmez boşluklarına 

değerler...
kapılar kapandı nasıl olsa
"ben", anlamsız kalabalık,
geçmiş zamana düştü esir.

yüksek sesle haykırdı:


"aşk sadece hobidir!"

hem bilge 
hem yalandı
şimdi ışıksız bir zifir
içimdeki bu nehir...

"topallar iç dileğim"
j.ak
02.Mart.2011

1 Mart 2011 Salı

#Blogumadokunma

"Blogumadokunma" twitleriyle başlanan bir günde öğrendik ki digiturk onca parayı akıtıp satın aldığı lig tv'den yaptığı canlı yayınları (nasıl oluyorsa) blog sayfalarından canlı olarak paylaşanlar yüzünden mahkeme kararıyla tüm blogspot erişimine engel koydurtmuş. Diyarbakır 5. asliye ceza mahkemesi'nin 14.01.2011 tarih ve 2011/156 d iş sayılı kararı imiş bu...

ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR evet. Mülk de kimdeyse adalet ondan yana çalışıyor tabii. Bu ve benzeri yasaklamalara neden bu kadar toptancı bir yaklaşım gösterilir acaba? O yayınları yapan bloggerlar tek tek tespit edilemiyor muymuş? Bu o kadar da zor olmasa gerek. Ama uygulamaya bakıyoruz çok zormuş gibi "toptan erişimin engellenmesi" gibi ipe sapa gelmeyen bir uygulamaya maruz kalıyoruz.

Geçenlerde bir üniversiteli blog  yazarının AKP ve Tayyip Erdoğan'ı eleştirdiği bir yazı yüzünden tutuklandığı haberini duymayan yoktur. Ta en başından beri blog denen oluşum ve internet ortamında düşüncelerin özgürce paylaşıldığı ortamlar tehlike olarak görülmüştü. Buna ilk karşı duruş köşe yazarlarından gelmişti.
Burada insanın kafasına takılan şu oluyor hemen.

Ben şiirlerimi yazıyorum bloguma. Benim gibi binlerce kullanıcı olmalı kendi şiirlerini yazıp bloguna koyan. Şimdiye dek hiç bir şaire ait blog şairlerine karşı çıkan bir açıklama duymadım. Falanca neden şiir yazıyor ve bloguna koyuyor diye. Peki siyasi görüşlerini yazan blog yazarları, bizim avanak köşe yazarlarının neden o dönemde bu kadar gözüne batmış ve karşı durmuşlardı acaba? Kendi yazdıkları ve kendi söyledikleri mutlak doğrular mıydı ki? Başka insanların siyasi görüş bildirme ve bunları yazma hakkı onlardan mı sorulacaktı? Bu sorulara o dönemlerde bulabildiğim yanıtın şimdilerde hayata geçirildiğine tanık olmak utanç vericidir.

Digitürk ve onun lanet olası maç yayınları mıdır yalnızca sorun? Şimdi yani bloglara erişim yasaklandı diye digitürk'ün lig tv satışlarında patlama mı yaşanacak? Hepimiz biliyoruz ki böyle birşey olmayacak. Belki de protestolar olacak ve insanlar digitürk aboneliklerini iptal ettireceklerdir. Bu durumda nedir? Blogların susması oradaki platformların okunamaması asıl başkalarının işine gelecektir. Ya da gelecekti diyelim. Çünkü google bu soruna derhal çözüm getirerek DNS ayarlarını değiştirmek suretiyle girişi sağlamıştır ve yine herzaman olduğu gibi kısa bir sürede herkes tarafından öğrenilecek olan 8.8.8.8 ve 8.8.4.4 DNS numaralarıyla erişim sağlanacaktır. Tıpkı şu an benim de sağladığım gibi...

Yasaklar her zaman aşılır. Ki aşılacağı bilinerek konurlar. Örneğin dün gece benim meyhanede fosur fosur sigara içmem gibi. Yasak olmasaydı belki de ben o kadar çok içmezdim. Ola ki dumanımla birilerini rahatsız etmemek konusunda hep nazik olmuşumdur. Hiç kimsenin benim dumanım yüzünden ölmeyeceğinden de bir o kadar eminim.

Yasaklar konur. Bu türden yasakların "önüne-ardına" baktığımda peşisıra rüşvet çarkının işlediğine ya da konulan bu yasaklamaların sıcak para ihtiyacına derman olacağıyla ilgili bir başka haber duyuyorum. Mesela alkol şu şu mekanlarda yasaklandı; Demek ki o mekanın ne yapması gerekecek, ekstra bir ruhsatlandırılmaya tabi tutulması gerekecek gibi...

Şimdi blog konusundaki erişim yasağından ve google.com'um bu derdimize birden bire çare olması konusu ister istemez aklıma takılıyor. Bu konuda hiç birşey bilmem çünkü ben "son kullanıcı" diye tanımlanan bir bilgisayar kullanıcısıyım. 

*Ama bu DNS numaraları bir yığın geçişin birbaşka port üzerinden yapılması kime ne kazandıracak? 

*Dieğr yandan mahkeme kararı çok mu işe yaramış oluyor bu durumda? 

*Ve hükümet bütün bunların neresindedir?

Gibi sorularım var... Sizin yok mu?

Bu Gece

her tarafı benden bir adım
şu Beşçeşmeler'in.
kim kimi paylaştı  bu gece
bilmezden geliriz,
iki yaralı
iki umutsuz çocuğuz.
oysa hiçbir zaman
böyle dertler olmazdı ki konumuz
biz ki kurtarırız memleketi bilirsin,
her kadehte yükselirken seslerimiz
ve artarken sinirlerimiz.
altmışbeşlik Raşit de yorgun,
bağlama üstadı Erol da.
dertler bir ve
roller artık ardı görünür birer kevgir
kimin umurunda...
üzüntüler ve kırgınlıklar
dillere pelesenk
biliriz nasılolsa,
bir adım sonrası yolun
yine ve yeniden memleket...
Beşçeşmeler bu
hava sert eser burada bilirsin
biz ve onlardık başından beri,
biz, onlar ve sevdalardık.
kim derdi ki
bir Tolga Çandar türküsü 
çalarken Erol,
ağlamaksızın biz
şerefe diyeceğiz,
ve meyhanecinin 
ömür boyu enleminde
melekleri kılığına gireceğiz...
"herkes kendi sevdasını çoğaltsın"
der gibi
sormazdan geldi bu gece
bizim çok bilmiş!
hey gidi Köşem,
hey gidi hep oturduğumuz masa
şu yorgunluk bana kalsa
susmaktan da beterdi oysa.
ki kaç kişiyiz,
birbirimizi biliriz.
ama bu gece diyemezdim kimseye,
diyemezdim.
kendi kendimi
ele veremezdim.
sırf bu yüzden bütün muhabbetleri
tahammüden provoke ettim.
eski püskü,
o güzelim dostları
birkaç kadehin içinde
bu geceye mahsus
eritip hapsettim.

"bu gece"
j.ak
01.Mart.2011

(Beşçeşmeler dostları ve Candan Yalçınkaya için...)

27 Şubat 2011 Pazar

Çoğalırken

yutar evin duvarları
gel-gitli ve
aşılması zor
melodramları.

bir Lynyrd Skynyrd parçasında
gözlerime eşlik ederler
çekmecedeki
ütülü mendiller.

hani şu ayak izleri
vardır ya kumsaldaki,
taşınmışlar artık
çoktandır içeri
ve olmuşlar yürekte
iki renk taş işçiliği
eşilik eder
eşikteki yanıtlar,
kilitli bir sokak kapısından
içeri doğru sızarlar.
süngüsünde öylece saklı.
brutal tekrarları var
yokluklara kararlı.

özel bir davetlidir artık
De Morgan ve
onun sembolik mantığı
vardır belki duyguların da
sembolik bağlantıları
sevgiler çoğalırken
sözcükler sevmemeli belki
bu denli bağımsız olmayı.
oysa özür,
saklamıştı bir mantık hatasını
toz kondurmam
kendime hiç bilirsin...
becerebilir miyiz dersin
şikelere
kocaman bir yasak koymayı?
bende kalmadı hayır
nasıl olsa öğütür hepsini
içimizdeki panayır!

yutar evin duvarları
sınırlı sabırsızlıkları
telâş bırakmıştır çoktan
umut kovalamayı...
kitap, kedi, kahve, gitar
ve olmaz olası sanrılar
sevgimle buluşup,
aklımda çoğalırlar.

"çoğalırken"
j.ak
27.şubat.2011



25 Şubat 2011 Cuma

Tembellik

 Paul Laforgue' a göre günde üç saat çalışmak bir toplumun refahı için yeterli.

İstihdamı gereği gibi yapmak ve insana insan olma şansını tanımaktır öyle bir zaman dilimi çalışmak. Sekiz saat nedir anlayamıyorum.

Bu sadece üretim fazlasıdır ve tüketimi artırıcı bir döngüye sokar toplumları ki sermayeyle iş gücü arasındaki o lanetli ilişkiyi tetikler, ücretli çalışmaktan ücretli köleliğe evrilir.
 
Sonuçta özgürlükçü bir Marksist olan Laforgue'dan, çalışmanın reddedilmesi görüşünü benimseyen bir anarşist olan Bob Black'e kadar oldukça geniş bir kitle oluşturmuş tembellik hakkını doğru kullanmak düşüncesi.

                             
                                       * * *

Bir insan niçin fazladan bir çaba gösterir ve hangi koşullarda varetmek ister kendini, ben bu gece bunları yazmayı istiyorum. Ve tembellik hakkımı kutsamaya karar verdim. Çünkü paşa keyfim öyle istedi. Durup dururken mi istedim bunu? Tabii ki hayır. tetikleyici nedenlerim var. Bunların başında gün itibarıyla işsiz kalmam geliyor. İşsiz kalmayı da ben seçtim üstelik. 

Ben mola hakkımı kullanmak istiyorum. 

Şimdilik şartlarım beni bu hakkı kullanmakta şanslı kıldı...


Yaklaşım olarak çok bireyci gözükse de, kendini varetme dürtüsü tecrübenin yetenekler dahilindeki seçiciliğiyle harmanlanlanarak estetik kaygıları tetikleyici ve insani duygulanımını yüceltici bir boyut üstülüktür. Zaman mekan ilişkisiyle bütünlendiğinde, estetik kaygılar başlıbaşına sosyal olgulara evrilir ve böylelikle bireycilikten gerçek anlamda uzaklaşmayı da sağlar. Varedilen paylaşılmadıkça bir anlam ifade etmeyecektir zira.


Ontolojik düşüncelerim  var konuyla ilgili. Ki yüreğim ilk kez kendini tamir için böyle bir mola aldı...  Ama başka bir yazıda bahsedeceğim bundan. Şimdilik Nietzsche'ye göre zamanla iyi olmanın aptallık olması halinde  seyredeceğim çünkü...


Hayat koşusunda
yetinmeyi refleks haline getirmiş olmanızla beraber,
bata çıka aşmaya çabalarken
o ulaşılmaz engelleri,
ikili ilişkilerde de yetinmeye mahkum kalmanız, 
ancak ağlatır...
Sonrası,
kazağının sağ kolu
burnunu silmekten
naylonumsu bir doku olmuş
ve susmaya tembihlenmiş bir çocuk gibi
kurumadan henüz gözlerinizdeki yaş,
diklenirsiniz hayata
ve tüm olana bitene...
Ki işte bu son durumunuzun fotoğrafıdır:
"gece başınızı yastığa koyup,
bütün iç huzuruna rağmen
uykularınızı sakatlayan..."
j.ak

"İdealler kovalarken peşlerinden ezip geçtiler üzerimizden"


Demiştim seksenlerde yazdığım bir şiirde buna dair. Yani bu kez tembellik hakkımı  kendimi çoğaltmak adına kullanıyorum...


Çoğu zaman koşuşturmaktan kendimize olup bitenleri, kendimizde olup bitenleri kaçırırız. Hayatın içindeki herşeyle beraber ıskalanır giderler işte... Kolayca tüketmeye kurulmuş saatler gibidir uykular, işler, yemekler, aşklar, acılar, sevinçler, hüzünler ve herşey.  İnsana dair ne var ne yoksa duyguların ön plana geçtiği ve akılcılıktan çok uzak döngülerde tükenir  giderler. Oysa her birini hissetmeye ve çoğaltmaya hakkı vardır insan olmak yolundaki bir insanın. 

İşte benim nedenlerim bugün kısaca bunlara dair...


"Yüreğini tümüyle açar bir şair

yol kenarında açan çiçekler gibi,

onu herkes görebilir..."

(j.ak)






24 Şubat 2011 Perşembe

Sadece bir yenilgi...

"Sadece bir yanılgı"

Korkularla yüzleşmek ve ne olursa olsun üzerine gitmek, farklı bir özgüvendi ve bugüne değin hep alçak tuttuğum çıtalarıyla hayatın ilk kez korkmaktan korkmanın soyut edilgenliğinde boğuldu. Maça çıkarkenki o ısınma şutları ve karşı takımın sahaya çıkışını izlemek kadardı oysa korku. Sonrası, sadece bir yenilgi. Hepsi bu. 

Yenilgi, sadece yürüyüp gitmek ve gidilebilecek olan o mesafeyi öngörebilmeyi de gerektirir ve ağır sorumluluklar yükler. Ki sadece yenilgi olmaktan çıkabilip bir şeyler katabilsin. Çoğalanların yanında insani bir duruş ancak bu mesafenin içini nasıl doldurabildiğine bağlıdır kişinin. 

Gitmek, kendi benliklerimizin ördüğü kozalara doğrudur. Gitmek susmaktır ki ters istikametleri gösteren yüce bir varlık bekletiliyordur orada yeniden varolmayı bekleyen. İşte bu yüzden defalarca sevebileceğine inanıyorum koskoca bir yüreğin, yeniden sevebilir kendini sade bir "ben". 

Sevgiler sonsuzdur... 

Aşkları bilmem.

...

Sorularım ne kadar çoklar oysa... Soramadım, soramazdım. Yenilgi, işte o sorulara yanıtlar bulabildiği zaman insan, bir anlam kazanabilir çünkü. Bana göre bir davranış değil yavuz hırsız gibi davranmak. Sorular hiç var olmamışlardı gerçekte, ki yanılgı burada başlıyordu. Yanıtlar böyle durumlarda genellikle duyulması istenenlerdir zaten. 

Kulağa en hoş gelebilecek olanlardır.  Tıpkı kuvvetli bir rakibin ezici bir galibiyet sonrası bile gelip size "tebrikler" demesi gibi...

Gidilecek olan yerde yürünmemiş yollar var. Ne zaman çoğaldı ve ne zaman çoğaldıkça beni azalttı  umursamamış olmalıydım ki öngörülerimde sapmalar var. Koşuyorum ama kendi istikametim olan iç nirengimi bulamıyorum şimdi. 

Sigarayı azaltmam gerek. Çok içiyorum bu ara. Bilinç altında bir sigara daha içebilmek için ürettiğim çay ve kahve molalarıyla iç nirengime doğru koşuyorum, aklım bulanık ve yüreğim duman altı... Acıyor bir parçası yüreğimin...

Nefret etmek gibi bir duygulanım bu duruma göre değil.  Yani acıyı hissedebilmek gereğince, insanı bu duygudan uzak tutar ve hazmetmesini sağlar ancak.

Sevgi,  kendisi olmanın dışına çıkaramıyor aklı.

Memnunum bu halimizden diyorum şu sonsuzmuş gibi görünen  vakitlerime... Yalnızlığım iflah olmaz tembelliğim çünkü. Dilediği gibi çoğalıp dilediği gibi azalan mutlarında bir Ronnie James Dio olur en eskilerden Rainbow zamanlarından kalma. Kendi iç köşelerimi ararken zamansız koşularda kaybolur giderim, "kozaların en sessizine". 

Bununla baş edebilirim. 

Sakatlanmış bir oyuncusu gibi turnuvanın, oyun dışı kalabilirim...

23 Şubat 2011 Çarşamba

zaman ayarlı bir şiir

Zamanın ve zamanla avuntunun 
aptalların işi olduğunu söylemiş Nietzsche. 
Böyle durumlarda  bir nihilist değilim ben. 
Şimdi değilim, çünkü şartlarım uygun değil buna. 
Zaman yıkar acıları, zaman kapatır bütün yaraları. 
Şartlarım uygun olduğunda 
bu söz ile ilgili farklı bir anlatımla 
farklı bir konu hakkında 
ahkam kesebilirim... 
Ama şimdi değil, 
bugün, 
bu gece değil.

zaman ayarlı bir şiir,
milyon tane soruyu
sormayan bir şiirdir
asla dönülmeyecek bir seferin
sessizce seyridir
zaman ayarlı bir şiir,
ne zaman patlayacağını
ve bir şarkıda 
can bulacağını
iyi bilir...
notalar şimdi
parmak uçlarımda
kanar
sağaltır karışıklıkları
çözer ve eritir ayrılıkları.
sıkışıp kalmışken
derinlerin iç köşesinde
zahiri yazılar duyuldu
özenle seçilmiş
cümleler kuruldu
ve kuruldular baş köşeye
en dipteki iç köşeye.
zaman ayarlı bir şiir
bu yüzden
nefret etmeyi bilmez.
duyar ezginin tümünü,
ve görebilir resmin
bütününü...

"zaman ayarlı şiir"
j.ak
23.Şubat.2011

ben giderken

"ölümün her an ve her yerden gelebileceğini kabul edersem, bencilliğimden gelen `şimdi ve burada`ya ilişkin tembelliğim kaybolur." (Heidegger)
 
ilerledikçe zaman,
uçulan yerlerinde göğün
iç kanama geçiren
bir hastadır
gölgendeki düğümüm.

havf ve reca gibi olur,
sende bilemediğim
uzun ve bitmez sürgün...
ve gökyüzü asla bırakmaz,
taşır, geceyi ve gündüzü
son karanlık yıkarken
umutsuz yüzümüzü...

bizi bıraktığın her dem,
işte böyle bir oluştur gülüm,
adın adımlarına karışırken,
bilmemhangi ölümümün...

"ben giderken"
j.ak
23.Şubat.2011

19 Şubat 2011 Cumartesi

ikimizin arasında

ikimizin arasında
bir biz var
belki görmezden
geldiğimiz.

ikimiz çoğu kez
isimsiziz.

farkındayızdır belki
tüm olup bitenin
izinsiz
ve sessiz...

"ikimizin arasında"
j.ak
19.Şubat.2011

17 Şubat 2011 Perşembe

Belki

bir darağacı kurulmuş
aklımızı acıtmak niyeti
sıkıldıkça ilmeği
kangrenli bir uzuv gibi
tek tek düşer
tüm düşler
ölüdür artık o hücreler.
ve aklımız acıyor
hiç gelmediği bir yerden giderken,
belki bilinmek istenecek olan
gönderilmemiş satırlara...
içinde, "en çok ama en çok"
diye başlayan
bilindik dizeleri olan.
kölelik teklifi alınmış
adı değiştirilmiş ve
genel müdürlük yapılmış
titreyen sesler,
inleyen nağmeler,
ve tiril tiril entariler
dikiş tutmaz kumaşlardan.
büyülü gözler  bakıyor
muğlak alkışlardan
hatalı, potlu çok birey!
ben şey... ney?
şey işte sadece şey.
aklım acıyor cellat
boğazıma sür artık
şu kara saplı bıçağı
ve kaldır göz önünden 
darağacını!



"belki"
j.ak
17.Şubat. 2011

14 Şubat 2011 Pazartesi

Bügü

sevmediğim yanı
şu modern felsefenin
ben'e yüklediği
anlamsız anlam.
yükselen değer diye sunulan
sahiplenici ve vahşi bir kuram
oysa aynalardır sadece
bakılan.
kime ne
yürek mahkumu duyguların
gizli tutsaklığından?
istifaya zorlanmış
bir sevgi emekçisi olmuşum
el çektirilmişim yani güya
ne gam...
düşleridir belki,
belki kâbusu
ezel-ebed arası gözlerimin, 

faltaşıyken gördüğü.
alır başını gider artık
yalan dolan,
kötü olan ne varsa
göz bebeklerini yıkarcasına
sel olur sevgi olur...
o an ki,
içimdeki tüm sesleri harmanlayan,
ve göğsümdeki düğümde 

bir kez daha boğulan...
o an ki,
hem kanaatkârdır
hem biraz alıngan.
ama aslolan
sahipsiz bir sokaktan
koşarak geçerken
birden bire duraksanan
ve tatlı tatlı duyumsanan 
dansıdır
meselâ    
bir salkım söğütün.  
tek enstrumanı rüzgâr olan
yanağıma dokunan
o eşsiz kokusudur
aşkın büyüsünün.

"bügü"
j.ak
14.Şubat.2011

12 Şubat 2011 Cumartesi

SANAT ve ERDEM ÜZERİNE

Kim bilir kaç binde birlik bir tesadüfün sonucu dünyaya geliyoruz. Kimimiz iyi ya da kötü ebeveynlerin kucağına, kimimiz kötü tesadüfler sonucu bir akraba yanına, ya da  bir yetiştirme yurduna.


Hayat ilk nefesi aldığımız an itibarıyla farklı bir yaşam döngüsünde farklı yollarda seyir aldırır. Yüzlerce fyort ve arasını dolduran bitimsiz dalgaların ulaşmaya çabaladığı zirvelere çarpıp çarpıp geri dönüşüdür sonunda sığınma dürtüsüyle yanaşılan o “kader” denen dingin liman… Ve insan sürüsü dalgalar, med-cezirler boyu sürdürür ayinsel törenlerini. Amin, çok şükür, inşallah, maşallah!


Fyortlar hayat bulur dalgaların ayinsel hizmetlerinden, ki onlar doldurmakla dolmayacak efendileridir denizlerin, kimine göre durumdan memnuniyetsiz bir gözyaşı olur dalgalar benliklerinde, kimine göre erişir dalgalar fyortların zirvesine günün birinde…


Sanatın bazı dalları benim gibiler için sığınılacak liman olma ayrıcalığını belki de bu yüzden koruyor hâlâ. Bir bakıma seçim.


“Sığınmak zordur gözler kapalıyken, duyduklarına sığınır çaresizlikler”


Gözler açıksa, çare vardır ve öğrenilmiş çaresizliklere geçit vermez…

* Aristo(M.Ö.384-322) ruhu tutkulardan arındırmaktan bahsederken şiir ve müziğin sanatların en yükseği olduğundan bahseder, erdemliğe hitaben “Yunanlılar yalnız senin için, senin güzelliğin için ölümü hor görürler, sonsuz, korkunç çalışmalara dayanabilirler” der.

*  M.Ö 354’de doğmuş olan Aristoxen “Ahenk Unsurları ve Ritmik Unsurlar”  adlı eserinde müziğe dair bilgilerini felsefe ve psikolojiye uygulamış. Müzik ve ahengin, ses tonlarının ilişkilerinden doğduğunu savunmuş.

*  Babilli Diyojen ise (M.Ö II.yy)“Musikiye Dair” adlı eserinde, tutkuların  yatıştırılmasında ve insanları birleştirmekte müziğin olumlu yönlerini anlatmış…
(*Estetik-Cemil Sena)
                           

                                                        
                                     *   *   *


TÜKETİM-TERCİH-BELİRLEYİCİLİK;

Bir düşünelim kendimizi nelerle arıtıyoruz? Gerçekte arındığımızı zannederken kendimize neler yapıyoruz.

Tüm eşit olmayan koşullara rağmen herkesin okula gitmeye başladığı andan itibaren bir veya daha fazla hedefi vardır. Bu hedeflerin başında iyi bir meslek sahibi olmak yer alır. Düşünün bir bizler iyi bir meslek sahibi olmayı neden isteyelim ki? Bir şeyler yapıp, yapılan o şeyde çok iyi olmayı kim istemez?

Bilgelik her zaman erdemliliği de beraberinde getiren bir durum mudur? Bunu sorgulamamız gerekiyor bence.

Kapitalist sistem daima insanları eşit olmayan koşullarda bir sınıf atlama mücadelesi içinde çırpınmaya zorlar. Satın almak, ihtiyacı gidermenin çok dışında bir faaliyet olmuştur zira. Çok kazanmak için çok çalışmak, kazanılan parayla herhangi bir aktiviteye ya da gelişime katkı sağlayacak yönelimlere zaman kalmadığı için de alış-veriş etmek gibi bir dürtü icat olunmuştur ki şiddetli bir biçimde dayatılır. Kimse hayır demez. Diyemez, o kadar cazip bir hale getirilir ki diyemez işte. Teknoloji son model olmalı, hani şu eski model tv.’ların da modası geçmiştir plazma olmalıdır. Ya araba? Cep telefonu, bilgisayar? Hepsi en yenisinden en güzelinden olmalıdır. O kadar çalışılıyordur ya bu bir “hak ediştir…”

Bu yüzden ebeveynlerin çocuklarına salık verdiği ve okula gitmeye başladığı andan itibaren öğrettiği ilk şey, çok para kazanmaları gerektiği bilgisidir. Saf-arı bilgi ve catharsis’e (arıtmaya) yönelik bir donanım tamamen gereksiz bir ayrıntı olmaya mahkum kalır. Gelişim neredeyse erdem yoksunu o med-cezirde seyir eden ahenksiz dalgaları olur gencecik insanların zirveler zirvesi sarp fyortlara o ulaşılmaz hayatlara çarpıp çarpıp geri dönen…

İnsanı eşyalaştıran bu sistemde bilgiyi erdemleştirmeye asla fırsat verilmez. Bilgi ancak alınıp satılabilen bir durumdadır. Kendini doğuran ve var eden eklemleri “zaman” kavramıyla kopartılıp sizden alınır çünkü.

Zamansızlıklara ve bu sisteme çaredir erdemliğin en önemli limanıymış gibi gösterilmeye çalışılan “din olgusu.”

Oysa ki değildir!

Gerçekte bir kandırmaca ve bir hedef saptırmadır “din!”

Kapitalizm koskoca bir yılın sadece iki ya da üç haftasında tatil yapmanıza izin verir. Nedir o? Tatildir işte. Canınızın istediğini yapabileceğiniz şahane ötesi mükemmel dinlence günleri. Ancak o da ne? Gazeteler televizyonlar tatile çıkış dönemlerinizde size kaç paraya hangi otelde kalabileceğinizi söyleyen bilgilerle doludur. Reklamın özendiriciliği dayanılmazdır. Evet tatiliniz beş yıldızlı bir otelde “tam pansiyon” olmalıdır. O kadar paranız var mı peki? Yok… Olsun, varsın olmasın canım, kredi kartına on iki ay taksit yapılıyordur nasıl olsa! Siz gazetelerin tatil reklamı sayfalarında “kendinizin seçtiği(!)” bir otele kapağı atarsınız ya oh ne âlâ… Eğlenemiyor musunuz öyle “ha deyince?”… Boş verin orada sizi eğlendirecek animatörler falan da vardır. Hem zaten bu yüzden dert edinmeye hiç gerek de yoktur, beyniniz eğlenmek ve dinlendiğini zannetmek için öylesine şartlanmıştır ki; Hem eğlenir, hemi de dinlenirsiniz…

İnsanlar erdem üzerine kafa yormaya başlayabilirlerse günün birinde, hep beraber dalgalanır ve birkaç çarpışıyla yerle bir ederler tüm zirveleri. Ben bir tusunami hayali kuruyorum…

Yüzlerce, yüzlerce yıl önceye selam olsun, sanat ve erdem üzerine söylenmiş tüm sözcüklere kurulmuş tüm cümlelere, yazılmış tüm eserlere…

3 Şubat 2011 Perşembe

ceza sahası

uykusuz şiir alınganlığıdır
donup kalan...

bir damla yürek telaşı
içinde yarı sıcak
kış güneşiyle,
bozgundur artık deli
aklını bir sonbahar meydan muharebesinde
kaybedeli…
deli dediysem duyar
söylenmeden tüm söylenenleri.
ligden ayrı bir turnuva takımı edasıyla
kendi dansını yapar.
b grubu klasmanında daima çamurlu ve
yorucudur sahalar.
ve daima tüm hatlarıyla ceza sahasına
savunmalara dolar.
golsüz bir beraberliktir çare!
öyle bir beraberlik işte...
oysa, yalnızca  durmaya bile
faul düdükleri çalarken hakem,
üstelik içim birikmiş, çok fazlayken,
adı yazılmıştı çoktan sonucun
-ben, sadece sıfırdım!-
güneşli ve soğuk kış ayazında
skor tabelasında...
karşı takım yapmış,
güzel bir ver-kaç,
kim bilir attığı gol kaç?
çim sahalarda galibiyet olurken birileri
hazmeder ter kokan  formasıyla şikeyi,
içimdeki bu deli...

“ceza sahası”
j.ak
3.Şubat.2011

2 Şubat 2011 Çarşamba

Sessiz...

temkinli olmaya tembihli
bir tebessüm,
ve gözyaşları hazır ola geçmiş
bekler ki,
duruyordur yalnızca
içine akar.
zaman farklı şarkıları fısıldar,
farklı yolları arşınlarken
bendeki adımlar.
sevda türkülerine
kaybolunmuş yollardan
bir nefret fırlatmışlar
acır sesleri.
tarafımdan
cesur olmaya tembihli
bir aşk ve gözleri
hazır ola geçmiş bekler ki,
kapanır yalnızca şimdi
içine kapanır...

"sessiz"
j.ak
2.Şubat.2011

27 Ocak 2011 Perşembe

“Ab imo pectore”

Pasifik seyrinde atlılar…
güzeyin adını ben koymuştum
unuttum şimdi nerede ve nasıl
o savaşlar,
deniz ticareti başlayınca
son mu buldu
başka yollarda
başkaları ararken umudu?
güzeyin adını
anmamışlar bile anmamışlar.
adı La Belle
bin dokuz yüz elli beş marka
alman malı bir pikapta
sesi tınılar,
hiç ısınmayan
elleri var.
ab imo pectore
der, sokak kedilerine.
güzdü üstelik, bir sarhoşluk
bir vazgeçmişlik ki sorma
ne nezleden eser var
ne sinüs boşluğundaki
gam yağmacılarından…
la belle konforu sever
gel
dedim, gel.

“ab imo pectore”
j.ak
27.Ocak.2011

26 Ocak 2011 Çarşamba

La Belle

Uyku. Evet bir dönem tanıştık ve uzun mesaileri tükettik onunla da. Sen kedilere takmıştın o sıralar kafayı. Ben de tahtadan ve çivi kullanılmadan yapılmış aykırı yaşamları gözlüyordum o sırada. O ucu açık rüyaların gerçeklik dışı olduğunu masif bir örgüyle kafama geçiren de zaten o tahtadan yaşamlardı hep… Ama bu konularda hiç konuşmadık seninle. Düşündüm de sırf seninle değil, kimselerle konuşmadık bu konuda. Ben ve kendim öylesine ara bir mırıldandık sadece…

Uyku diyorduk sahi, bu ara öğütlerin sıkıcı gelmeye başladı desem yeridir. Sana kaç kez söyledim oysa sen kendi düşünde düş diye, ben… beni de boş ver artık. Diyorum ya iş edindin kendine, her şeyin olması gerektiği gibi olmasını istemeyi başkalarından. Derdinle dertlenmek benim işim değil derdin, şimdi yaptığın nedir peki? Komik olabiliyorsun bazen ve bir kırlangıç sürüsünü tıkabiliyorsun boğazıma. Hani ben yarım günden bir asır fazla bir süreyi suyun altında geçirmiştim ya bir keresinde anımsarsın. İşte milyonlarca kanat çırpışla oluşan kabarcıklar sayesinde şimdi buradayım biliyorsun, sevin de kimseye söyleme.

Gördüğün gibiyim işte, hala hiç bir kötü davranışımı terk etmiş değilim. Hep bahanelerim var ardına sığınabileceğim ve sana diyecek zerre laf bırakmıyorum. Gelmene de üstelik müsaade etmiştim bu kez… Hem davetkar davranıp hem kapıyı açmayan tuhaf bir ev sahipliğim var değil mi sana karşı? Takma kafanı bunlara sen olgunsundur böyle durumlarda… Gidersen de sakın bir daha gelme, çünkü görüyorum ki senin de katlanılır bir tarafın kalmamış benim için… Böylesine kutsayıp göklere fırlatırken beni, bir bakıyorum beyaz peynirsiz bir rakı sofrası kıvamına sokmuşsun ortamı.  



“Güzeldir La Belle”
j.ak
26.Ocak.2011

25 Ocak 2011 Salı

Hasat Zamanı

omuzlarda koskocaman
bir yer açarsa anlatılanlar,
kuvvet bulur ve
gelip baş koyabilir oraya
usulca tüm yoldaşlar…

başında bir biçer döver yoksa
güneşsiz hasatların
her birinin ellerinde
çifte orak balkısın o halde
bütün topraklarımın.
ve kırılsın
hayal gemilerinin
pervanesi kırılsın
yalan tayyarelerinin
kahpe motorlarına
yaban kazları dadansın!
göç yollarından
göz kırparken devrim,
sen hangi esrimelerindesin
cumhuriyet meyhanesinin…

Önüne gelene
mavi boncuklar verip
ve bindiği bütün dalları kesip
bir de der ki YENİ gelin;
“haydi yâ nasip!”

zaman kalmadı zaman  
yeni gelin taçlandırmaya
ve tükendi yalanlara sabır
durmadan kandırılmaya!
hem para yok ki para
davula, zurnaya
malımız da yok bizim
başlık parasıyla
yüzgörümlüğü takmaya!
sermayesi olmuş yeni gelin
yeni dünya düzeninin
yüzsüzüdür hırsızı
pis ve kanlı ellerinin…

artık omuzlarınızda,
koskocaman yerler olsun
anlatılanlar.
yârlar olsun bütün o yazılanlar!
yol olsun  
yürek boşluklarına yoldaşlar,
devrimimiz olsun
çekilecekse
baştan başa halaylar!

“hasat zamanı”
j.ak
25.Ocak.2011

24 Ocak 2011 Pazartesi

UYKULAR UYANSIN


aydınlıklardır
üçüncü kişileri
paylaşılanların
taşıyamaz bu çokluk
kırılmasını,
en çok basılan
o mihenk taşlarının.

sanki ada'nın
şu meşhur
park projesinde yürür gibi
yalan tarihler yürür şimdi
koyu yeşil zeminlerde
konuşanlar ve yürüyenler
aksak ayaklarıyla
sözde kısa yolları
hain itaatiyle çizer…

geceler bildiğince aksın,
artık yeter
uykular uyansın,
ey devşirme soysuz köpek!
sen Mumcu’nun mumunu,
katletmekle
söner mi sanırsın?
Uğur Mumcu ışığını
koskoca bir ateşten aldı
tek bir beden Uğur’ladık
ardında yüz binlerce
Kemalist korlar kaldık!

kalem aydınlıktır
kalem çare
kimler yazdırırsa
kafalara hapishane
kopartıp da uçmak
yırtıp da aşmak,
bizden  göğe
zorunlu bir ırmak!

“uykular uyansın”
j.ak
24.Ocak.2011