15 Ağustos 2011 Pazartesi

DIŞARDA...

başlangıç; sıfır...  kaçış, kalenin doksanbeşinci açısından out.

kalış; gidilmemiş hiç aslında, hiç gidilmemiş. sadece çıkılmış outa. öylece kendiliğinden.

koca bir memleket dökülse içimden, bir sen tutacağı bulur, boşluğuma tutunursun. ya da ben kıyamam da zora sokarım sen perhizlerimi.

kesişme noktası yok. paralel seyrin kale arkasında sonsuzluğa uçan toplarız. bir derece farkla. bir derece deyip geçme, ışık altındaki ölü kelebeklere mezar yeri oldu o bir derece yüzünden karnım...

ve ölü bir şehrin sekizinci katına taşısınlar bulunduğum evreni. sekiz deyip geçme tek haneli en büyük çift rakamdır sekiz. en büyük bizin tekil hali benim.

sekizinci kılığa girmiş, kumdan kalede aptal bir benin, tarifidir o paralel. tüh ki tüh!

sen ki hayvanlar üzerinde test edilmiş şeyleri..,  evet şey dedim şey.  o şeyleri, kadınlarda görmekten seksüel dürtüler duyardın. duyar mıydın? Kim bilir? boşver.

İstanbul’a ait dizelerimin tümü yoğun bakımda. 

ki bodrum’u da acıyor artık ellerimin. ve ayaklarımın tüm yurdu yanıyor, deniz suyu olmayan yerlerine yürüyeceğim memleketin. 

kesişebilmemize olanak yok. 

artık la belle’in adı kaldı. kendi kim bilir hangi cehennemde cennet manzaralı bahçesinde duygularımı yudumluyor...

 onu anımsamakta neden bu kadar zorlanıyorum? en çok gözlerini anımsayabilmeyi isterdim. ah sevgili la belle...

tüm bunlar senin düşüncelerin olamaz. safsındır, bilirim. üzerine o kamuflajlı üniformayı kendi aklınla giymediğini söyle. yoksa büsbütün seni suçlayacağım, haberin olsun. 

üstelik beni anımsarsın, yanıtını bilmediğim soruları hiç sormuşluğum yoktur sana bu güne kadar.

neyse, 

sende bir tuhaflık yok, insanlar tuhaflar la belle... bir dahaki sefer bana de ki; ... 

boşver hiç bir şey deme. gelmeni de istemiyorum işin garibi.

sen cehennemin dibinde, cennet manzaralı bahçende devam et duygularımı yudum yudum içmeye. 

ben sekizinci katındayım ölü bir şehrin. 

paralel kalışlarındayım kale arkasındaki bilindik yerimin.

"dışarda"
j.ak
15.Ağustos.2011

TANRILAR SAYAMAZ

soğuklara kaldı sabah
güz mahsur, şimdiyse esir
Küçükbük Burnu’nda yanarken burnum,
deniz tuzlarına karıştı gözyaşı tuzum
yoktun...
umudu balıklara dağıttım bugün
ki korkuları benden az
kulaçlar kaç yemin içti,
tanrılar sayamaz.
yüzerken yüzüm,
öz içimi yıkıp  geçti
ve eski bir göğe asıldı yaz,
yoktun.
umudu, balıklara dağıttım.
bak,
denizle bir şimdi gözyaşlarım!
dön yüzünü Ege’ye, gülümse
çünkü
darmadağın umutlarla 
ben oradayım...
ıslandı ve üşüdü ilk kez bugün 
korkularım
ve tir tir titrerken çaresiz
ısıttı yüreğim 
zavallı korkuları
tek şahidim deniz
yoktun.
yokluğunu
bir ben,
bir de korkularım biliriz
ki hep yok saydı 
gözyaşlarımı
deniz
ki hep yok saydı 
acıyı içimiz...
bak,
ufuk çizgisinden 
bağırıyor şimdi iki martı
“o burada olsaydı,
olmazdık biz...



“tanrılar sayamaz”
j.ak
14.Ağustos.2011

12 Ağustos 2011 Cuma

ATATÜRK MANTOLU MADONNA


altında arabası,
altın ve pırlantası
bir de Amerikan sigarası
durur sırça köşkünde.
aman derim bozulmasın 
güzelim manzarası,
aman derim azalmasın
cebindeki parası...
“ahhh” diyor “ah!”
“şu halkın yüzde kırk altısı...”
Aziz Usta’yı anıyor
anarak bağırıyor!
kendisi pek akıllı
“onlar aptal” buyuruyor
falancaya oy attılar,
alayı kahrolsunlar!
yüzde kırk yedi, kırk sekiz
elli, belki de yetmiş
Aziz az bile demiş,
mış mış, 
miş miş...
sol tandansın sol notası, 
altmış yılın son modası
yarı baygın, rock müptelâsı
vurgun yemiş bir balık kafası.
telefonla yardım mesajı yolluyor
Somalili çocuklara
elinde pırlantası
içi parçalanıyor...
hareketsizlik yüzündenmiş 
öyle diyor, şu kilosu
arkasından ağlıyormuş
yemeyince rostosu.
inkâr etmez yediğini
o keskin dik(!) duruşu
bir sahib-ül hayrattan
kocadan “var”  oluşu...
bütün parçalarını  Cem Karaca’nın
ezbere(!) bilirim diyor
müfredatın etkisiyle
sular gibi estiriyor
ezbere doğrularla
sana uğurlar ola
eşçisin sen eşçi kal
giy dedim kuyumları,
fişçisin sen fişçi kal
damgala tüm halkını...
tam gaz gider otoyolda
bozulmaz manzarası,
kendisi pek akıllı,
Atatürkçü madonna...

“Atatürk mantolu madonna”

j.ak
12.Ağustos.2011

9 Ağustos 2011 Salı

CİLÂLI SÖZ DEVRİ

Modernizmin metalaştırdığı öğeler, bir etiket gibi yapışır ürünlerin üzerine. Modernizmi sofistike anlamda yadsımak değildir niyetim. Postmodernizme bir geçiş ve basamaktır. Ancak konu bir sanat eseri ortaya koymak olduğunda, yapıştırılan etiketler ne gerçekte “nasıl” konusunu, ne de “içeriği” baz alır. 

Bilimi temel almayan analizler, bir olguyu geçmişinden koparıp, geleceğini yok sayarak yapar bunu. Sadece tanımlama çabası vardır. Tamamen ampirik, ahlâki temellerden koparılmış, kendine özgülüğün ve üslubun kapitalizm tarafından zamanla yok edildiği bir dille sanat ne denli gelişebilir? Moda olanın üretilip, yerine yeni modaların tekrar tekrar yinelendiği bir eklemlenişte  sanat artık etiketi olan bir ürün olmuştur. Çıkan ürünlerin geçmişi ve geleceği önemli değildir yani... Geçmiş geçmişte kalmış yeni ve moda olan söylemlere yelken açılmıştır. Kitlelere onu afiyetle yemek düşer. Midesi  kaldıran yer!


Bach bir müzik dehasıdır. Bunu hiç kimse göz ardı edemez. Ancak kiliseye yakınlığı ve düzene karşı koymaksızın ürettiği çoğu dini temalı ilâhi şeklinde eserleri, "sanatsal anlamda postmodern" bir düşünce ile severken “ama” diye söze başlarım. Necip Fazıl geliyor aklıma. Türkçeyi o denli iyi kullanan şair azdır. “Ama?”... Tarikatlarla iç içe bir bilinç eserlerini de o doğrultuda verecektir.

Jack London’ın, siyahlara karşı yapılan negatif ayrımcılık zamanlarında sistemin yanında durmuş bir ırçkı olarak yazdığı romanları vardır. Hayatına baktığımızda bir bireycidir, ancak ne var ki Martin Eden adlı yapıtında bireyci düşünceye final olarak ölümü yakıştırmıştır. Demir Ökçe’yle ise bir sosyalist olarak çıkar karşımıza. Her bir romanını su gibi içersiniz üslubu, akıcılığı zekâsı alır alır götürür. “Ama?”... Rüzgâra sırtını vererek boşaltmıştır elindeki kovayı her daim...

Babam denizcidir ve popüler kültür hakkında konuşurken şöyle bir laf etti, “Evlâdım!” dedi, “rüzgâra karşı dökersen elindeki kovayı, sana çarpar! Suyun ulaşmasını istediğin  yere ancak minik zerrecikleri gidebilir...” 



Rüzgârı ardına almayı hep daha ileriye daha hızlı gitmek olarak algılamışımdır. Oysa Eserlerin büyük kitlelere ulaşmasını ve yüzyıllar öncesinden bugüne aktarımını, sanatçıların evrilme sürecini, hiç böyle tanımlamamıştım.  Klâsikçilerden St. Petersburg’da doğmuş olan Borodin, 1833’de doğmuş, yakın bir tarih sayılır. Ancak ne var ki bir kölenin çocuğu olduğu bilinir. Dönemin Gürcü Prensi onu alıp nüfusuna geçirmiştir... Demem o ki, gerçek mesleği kimyagerlik olan Alexander Borodin yaşamına bir kölenin çocuğu olarak devam etmiş olsaydı onu ne kadar tanırdık? Ya da Botiçelli... (Açlık ve sefalet içinde öldü) Onun “La Primavera” adlı tablosunu dönemin meşhur derebeyi, yeğenine düğün armağanı olarak yaptırmamış olsaydı adını duyar mıydık kim bilir? Sistem karşıtı sanatçılar ise ortaya koydukları eserler yüzünden canlarından    olmuşlardır ortaçağda. İçlerinde yaşlanarak bahtiyar bir şekilde ölen pek az sanatçı vardır. Hep  idam edilmişlerdir. Ya da hapis veya ülke dışına sürgün... Değişen nedir peki Ortaçağ'dan bu yana? 


Günümüz Türkiye’sinde modaya uyanların insanda acı eşiğini düşüren türleri oldukça fazladır. Görünce  içiniz acır, mideniz bulanır ve dert anlatmaya çabalar bulursunuz kendinizi. “Arkadaş Elif Şafak okumasana!” dersiniz. “Sistemin cilâlayıp parlatıp önüne attığı  bir moda o.”  Ya da bir diğeri Nobel alır. Onu nasıl aldığına bakılmaksızın üşüşür üzerine millet. “Yapma kardeşim orada hiç bir şey yok, olan küresel çeteye hizmettir”, “ Sistem bunu emretmiş haşmet yazmış” dersiniz. Ya da tam tersi, haşmet yazmış sistem ittirmiş ardından... Ne var ki büyük kitlelerin “para” vererek aldığı bir ürüne tu kaka demek, tıpkı  moda diye dayatılan saçma bir kıyafete onca parayı döktükten sonra üzerine giyip karşınıza geçen yakın bir arkadaşınıza; “Hiç yakışmamış” demenize benzer. Durum aynı durumdur yani, para verilerek alınmış “yeni moda bir ürünü”, onayladığını ve kendi çıkarsadığı bir şey sanmak!  Yani bir başkasının ona dayattığı şeyi öylesine sahiplenmiştir ki, şaşarsınız neden bu kadar kızıp da itiraz ettiğine... İşte emperyal çetenin baş aracı kapitalizm, modernist felsefenin “ben” bireyciliğine bulamıştır  toplumu. Anlatmaya çabaladığınız konuyu kavrayanlar vardır belki, ama haşmetin bir fiyakalı sözü karşısında, erir gider fırlattığınız zerrecikler, buhar olup uçar.  “Cilâlı Söz Devrindeyiz!” Cilâla, parlat ve ok gibi sapla milletin beynine!

Elif Şafak intihal yapmış. Şaşıralım mı peki? Hiç gerek yok. Aşk, pembe dizilerde beyaz dizilerde de irdeleniyordu zaten salya sümük...


Aşkı bir Attila İlhan ya da Nazım Hikmet de gayet güzel irdeler. Aması yoktur. İçinize işler. Çünkü memleketle tümlenmiş bir oyadır o aşk. İncecik ve sık iğne işlenmiştir. Araya farklılaştırılmış, dondurulmuş ya da ıskalanmış “an”lar girmemiştir. Dün öyleydi, bugün böyle denmemiştir. Düşleri hiç  girmemiştir meselâ Bursa Hapishanesi’ne Nazım’la beraber. İşte ben rüzgâra inat yüzümüze yağan bu ekin yağmurlarının kaynağını kovadan atılan suya değil bir yağmur bulutuna benzetiyorum şimdi. Geldiler yağdılar ve geçip gittiler diyorum yurtsever aydınlarımız...  Ve geçip giderlerken ağarttılar yüzümüzü, yıkadılar bu topraklarla beraber gönlümüzü, diğer tüm memleket sevdalısı yağmur bulutlarımız gibi... Suikastle kurban gitmiş, Sivas’da yakılmış, mahpuslara tıkılmış cânım yağmur bulutlarımız!..





***


Seksenler...
İstanbul’un kebapçı salonuna döndüğü, minibüslerde arabesk müziğin cılkının çıktığı o parlak(!) Özal’lı dönem. İbrahim Tatlıses’in beraber olduğu kadınları dövdüğü ve bu kadınların buna rağmen ondan vazgeçmeyip nasıl da kulu kölesi olduğunun bütün boyalı basın ve paparaziler tarafından “aşk” adı altında pazarlandığını yaşı tutan herkes acı bir tebessümle anımsar... “Aşk” adı altında pazarlanan, aşiret düzeninde kadına biçilen değerin meşrulaştırılmasıydı oysa. “Tamam da kardeşim bunun aşkla falan alakası yok” diye başlayan sözleriniz hep ağzınıza tıkılır ve “aşktan anlamayan” ya da “asla yeterince sevemeyecek olan taş kalpli biri” damgası yapıştırılırdı üzerinize. Yine o dönemde birilerinin(!) sanatçı diye üzerimize saldığı zevat aracı edilerek, cehalet kutsanmıştı. “Kitap okumayı sevmem” demek moda haline dönüştürüldü. 


Böylelikle istilâ aşiretlerin ortaçağdan kalma töreleriyle sanki saygı duyulması gereken bir yaşam biçimiymiş gibi sunularak başladı...


Zaten normal bir insanda olması gereken bir özellik “meziyetmiş” gibi sunuldu ve “yalandan nefret ederim” demek, adeta dinleyende göz yaşartıcı bomba etkisi yaptı. Ahh! Tıpkı benim gibi” diye atladı millet...  “Ben de sevmem yalanı.”  Ben de... Memur işini bilen, kadın halı gibi dövdükçe güzelleşen, müzik arabesk, yemek lahmacun haline dönüştü... “Ben” yavaş yavaş ayyuka doğru irtifa kazandı. 


İşte bu dönem Türk Sinemasına baktığımızda “sanat filmi” adı altında hep bireyciliğin ve “ben” olgusunun hazmettirildiğini görürsünüz. Moda kendine isim takma, kendini tamamen siyaset dışı tanımlama modasıydı artık: “ben şöyleyimdir vallahi şekerim”, “ben de böyleyimdir!”...Sen sadece zinciri elverdiği ölçüde koşmasına müsade edilen bir şebeksin! Şükür ki halk bu palavranın ardından topyekun gitmedi. Sadece maymunlar... Onlar her daim önlerine atılan bir muzun  peşinde koştular!

Modernizm değişim dönüşüm bireycilik derken Ionesco’nun Gergedan’ına benzetti insanları sonunda bu sistem! Sorgusuzca ve süratle koşan, önüne geleni yıkıp tüketip, ezip geçen ve günden güne zırhına daha da çok sığınan. O zırha çarpar işte söylediğiniz sözler ve yaptığınız eleştiriler. O öylesine kendisi(?) olmuştur ki artık, o sürecin ilkelliğe doğru doludizgin koşan bir neferi olduğunun farkında bile değildir.

Zırhı kalın bir gergedan ancak gözünden vurulabilir.  Görsel algıyı müthiş bir silâh haline getirmiştir internetteki feysbuk denen sosyal paylaşım oluşumu. Sözcükler  kâh bir filozofun resmi altında cilâlanır, kâh bir şairin... Kısadırlar. Ya da beş yaş sosyal algıya göre uyarlanmış bir kıssa... Kolay, çabuk, tıpkı ayaküstü yenen bir “şey” gibi süratle ve güya algılanırlar.  Tabii o nasıl bir algıdır bilinmez...

Şaşar kalırsınız yirmi dakika içinde hem Necip Fazıl’ı,  hem Atatürk’ü, hem  Yılmaz Güney’i, hem de Can Yücel’in olmayan bir şiiri onunmuş gibi beğenip,üstüne bir de paylaşan insanları görünce. 
Cilâlı sözlerle gözlerinden avlanmış, ölü gergedanlardır onlar!



4 Ağustos 2011 Perşembe

YÜREĞİN İZDÜŞÜNÜ


büyük bir dayanışma içinde
ayaklarım ve ellerim,
hiç acele etmiyor artık
taşikardilerim.
yalnızlığa karışınca yıldızların gölgesi,
azalarak birikti yanı başımda  
kabuk bağlamış bir aşk izi.
selâm durdu  yüzüme 
ağırlaştırılmış müebbet nefeslerim,
derhal tanıdı o eski aynadaki 
aceleci ve yorgun sözlerimi
izdeki cesaretim...
hani uyku arası şiirle doyacaktı
bir zamanlar yüreğim,
ki o, bir zamanlarki çaresizliğim.
yok yollarında aradım dün gece,
baktım ki
karga tulumba tıkmışlar  nezarethaneye
yürek evrenimi!
sözcükler ve sesler sindi 
tanık iskemlesine
haykırdı aklım “hayır” diye,
“otopsi raporu isterim
şuradaki aşk izine!”
vakit artık çok geç,
örtün bu davanın üstünü
ve kan kaybından düştü o an
yüreğin izdüşünü...
zoraki delip geçiyor
zeytin yapraklarını güneş
dallar bir o yana, 
bir bu yana salınıyor.
yarı açık ceza evi gözkapaklarım
ve ışık hüzmeleri gardiyanı, 
tüm acılarımın...
değerli bir gömü voltalarda 
dallara 
ve gardiyana inat
bir o yana,
bir bu yana...
ki artık o, en canlı ölüdür
kabuk bağlamış anılarda…

“yüreğin izdüşünü”
j.ak
02 ^^ 04 Ağustos 2011

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Feridun Bey...

Mükemmel sözler ve ne yazık ki yıllardır tazeliğini koruyan bir parça...

Grup: KESMEŞEKER
Albüm: İNSÜLİN (1998)
Söz müzik: CENK TANER


Cenk Taner:vokal, elektrik ve akustik gitar
Can Alper:elektrik gitar
Tansu Kızılırmak:vokal, bas gitar
Murat Başlamışlı:davul, perküsyon, geri vokal
Tayfun Çağlar:geri vokal

31 Temmuz 2011 Pazar

MEMLEKET KANI BİR ŞİİRDİR 1283!




Ey sivil palyaço, ben de şimdi memleket kanı bir şiir demlemek istedim en acı ve buruk olanından...


Dem kapkaranlık olsun ki yüzümdeki acımtrak tebessüm, Temmuz sıcağında hararet kesen asitli bir Amerikan içeceğini içtikten sonraki gibi yavan olmasın. Tadında tat olmasın ki unutmayayım şehitlerimi. Ve ne uğruna uğurlanıp ebediyete gömüldüklerini.


Komutanlar istifa ettiler. Terfi edecek olan askerler birer birer içeri tıkılıyor. Malum gazeteler zılgıt çeker gibi manşetler atıyorlar:


“Karpuz kesecektik!” gibi.

Coşumcu bir yaklaşımdır medyanın son yıllarda burnumuza dayadığı.

Coşumculuk;  Gothe, Herder, Schiller gibi usta edebiyatçıların güzide eserleriyle iz bırakmış bir akım. Adını Klinger’in 1776 yılına ait bir tiyatro oyunundan alan o parıltılı dönem. Romantizm ile aydınlanma dönemi arasındaki bu dönem geliyor şimdi  aklıma  bizim manşet paralatan malum gazetecileri(!) okuyunca... Çünkü coşumculukta duygular mantığın ve aklın önüne geçmiştir. Tabii bizde önemli bir farkla. Bu mantıktan ve akıldan yoksunluk haline bir de hainlik ve nefret karışmıştır. Alın size “emperyalizme maşa olmuş hain coşumcu!” İşte ben bunlara uzunca bir zamandır “bizim coşumcular”  diyorum... 

Bu sıfır kilometre zevat, haine devrimci der, terörist saldırılara “ halkların kendi kaderini tayin hakkı” gibi isimler koyar,  kadın bedenine ipotek koyanları kutsar, kafasına abuk sabuk paçavraları dolayanların özgürlüğünü(?) savunur, borçla borç faizi ödemeyi “ekonomiyi iyi yönetmek” diye satar, her tür ikiyüzlülüğü ve kaypaklığı demokrasi diye tanımlar. Tek söylemedikleri, söyleyemedikleri vatan sevgisi ve Türk Milleti kavramlarıdır...

Nasıl bir oyun oynandığının herkes farkındadır artık. Amatör bir tiyatro topluluğu edasıyla herkes rolünü oynamaktadır. Komutanlara sufleleri verilmiştir şu son replikler için. Tonlama pek olmamıştır ama olsun o kadar kusur kadı kızında da olur. Biz Türk Milleti olarak sürç-ü lisanları affeylemekte gayet sabırlıyızdır.

İhanet bir iki üç değildir ki. Bir Antranik Paşa da içimizden çıkmamış mıdır? 1865 Şebinkarahisar doğumlu bu hain  de Osmanlı’ya karşı kurulan Taşnak çetesinin komutanı olmuştur. 600 yıl Osmanlı’yla hiç bir sorun yaşamadan oturmuş olan Ermenilere şöyle bir baktığımızda kim oynatmışsa o olmuşlar. Bizansın elinde hiç bir şey iken Fatih Sultan Mehmet ile millet statüsü kazanmışlardır ama gel gör ki, Fransızla katolik, Rusla ortodoks, İngilizle protestan olabilen tuhaflıkta çıkarlarını yaşadığı memleketin üstünde tutan tavırlar takınmışlardır hainlik eden bir çokları...


İbret için Antranik Ozanyan’ın biyografilerinin araştırılıp okunması gerek. Zira her kitapta farklı biyografilere rastlarsınız. Hele İnternetteki vikipediada okuduklarım beni şoka soktu dersem yalan olmaz! Türk düşmanı ve katliamcısı bu hain, Ermenistan denilen saçmasapan oluşumda okullarda minicik çocuklara halk kahramanı olarak okutulmaktadır ve Ermeniler seri bir şekilde Türk düşmanlığı ve nefretinin tohumlarını ekmektedirler peydah oldukları o topraklarda...

Bizdeyse herkesler Ermeni maşallah! Sorsanız o sokaklara dökülen avanaklara Antranik’in adını bile duymamışlardır. Çünkü bizim okullardaki tarih kitaplarına girmez böyle hainlerin adları. Neden? Neyse, nedenini nasılolsa herkes biliyor...

***

Bir savaşta düşürülmek istenen yegâne güç başkomutandır. Satrançtaki gibi. Şahı kaybeden savaşı da oyunu da kaybeder. İsterse yüzlerce askeri piyonu kalesi şusu busu olsun... 

Ordumuzun generallerine satranç tahtasındaki kalelere fillere ve dahi şaha hamleler yapılır gibi saldırıldı bu mantıkla. Sivil mahkemelerce saçmasapan hileli hurdalı bir oldu bitti ile “esir” alındılar. Onları esir edenler ne bağımsız olduğu söylenen yargı, ne de boynuna yular takılmış kukla bir hükumet! Onlar emperyalist çetelerce bertaraf edilmeye çalışılırken bizim yeni mütareke basını da zilleri takmış göbek atmakla meşgul! Malumunuz her şeyin yenisi var artık. Yeni CHP, Yeni mütareke basını... Taze boka konan sinekler olmaktan vazgeçtiğimiz an hiç birine pirim vermeyeceğiz umarım ki.

Madem hal çaresi başkomutanı yakalayıp esir etmekten geçen kalınca bir köprüydü de neden PKK’ya yıllarca liderlik etmiş Öcalan’ın alınması için Suriye ile pazarlıklar ancak 1998’de yapılabildi? Neden Karayılan haini ininden çıkarılamıyor? TSK kendisi üzerinden uygulanan bu sekiz yaşında çocuğun bile bildiği stratejiyi bilmeyecek başkomutanlarla mı doludur acaba? Hiç sanmam.

Ey Kemalizmin dişlerini  söküyoruz zannedenler; Bilmediğiniz şudur ki Kemalizmin dişleri tıpkı köpekbalığının dişlerine benzer. Her daim düşen dişlerin yerine alttan yepyeni  dişler çıkar ve tuttuğunu da koparır.

Ordu bu vatanı ve Cumhuriyet’i korumakla görevlidir. Görevini er ya da geç yapacaktır. Bu görevin başka hiçbir şeyle “karıştırılmaması” gerektir. Neleri nelerle karıştırdığının farkında olmayanlar, hem komik hem de aptal durumuna düşerler.

Mustafa Kemâl’in askerleri bir yanadır, diğerleri diğer yana... Ve asker ocağı şükür ki hâlâ daha Mustafa Kemâl’in askerleriyle dopdoludur.

Ordudan medet ummayalım diyenlerin askerlerin tutumunu, şu kritik günlerde takındıkları umarsız  görünen tavrı ve istifaları değerlendiriş şekli acımasızdır. Ordu düşmanlığı yapanlar, asla bu vatan ve bu milletten yana tavır almamış ve almayacak olan hainlerdir, kontenjanları da bellidir!  Gözümüzü kapatmayalım bazı gerçeklere. Bir ülke tam bağımsız değilse, isterse o ordu dünyanın birinci en büyük ordusu olsun sonuç şu günlerde yaşadıklarımızdan çok da farklı olmazdı. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Hem nalına hem mıhına tavırlar sergilemek, durumdan vazife çıkarmak  tıpkı bir çinekopun zokaya atlamasına benzer. İnanıyorum ve biliyorum ki Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ne yaparlarsa yapsınlar kimse ele geçiremeyecektir. İçerisindeki gaflet ve dalalet içinde bulunmuş ve bulunabilecek  komutanlarına rağmen... 

1283 her daim oradadır. Tüm harbiyelilerin içinde.

Çünkü “memleket kanı” demlenmiş bir şiirdir, 1283!!!

Ansızın Gelen Aşk...

ben çağırmadım seni
sen geldin ansızın
günler haftalar ve aylar lime lime 
kim bilir 
kaç bin satırı değdirdin yüreğime, 
ansızın...
kolları kucaklarcasına
açıldığında bir pervasızın,
ardından  baka kalınır o aşkın 
ki,
odur artık içinde
an-sızın...


"ansızın gelen aşk"
j.ak
13.05.2011

24 Temmuz 2011 Pazar

Ey Sevgili... -Vatan-

ey sevgili,
nasıl bir suskunluğa boğdun beni bir bilsen
hani ekmediğim halde üzerinde biten
ayrık otlarını yolmaya çabalarken
yorgun başıma değen öğle güneşine kızıp
ve sonra ellerimle toprağına küsüp
derdimi kısık sesimle anlatıyorum ya şimdi
yılda tek sefer bana açtığın 
o bembeyaz, düştü düşecek tek zambağa, 
bin asır bekler gibi 
tez telâşlarıma boğacak başında 
ve ellerimde toprak kokusuyla...


ey sevgili,
köklerinden akan için için  gözyaşlarını 
duymam mı sanırsın 
ellerim kara topraklarına kokarken?
seni yâr etmişler ayrık otlarına
yanmam mı sanırsın?
seni mâl etmişler, 
duvaksız kirletmişler, ağlama...
"Açlığında hüküm süren" 
kahramanları kadar Galeano'nun
bizlerde de o yürek var
otuz altıdan önceydi, anımsarsın...
ama bu kez acıtarak bastı  
toklar yüreklerimize!
doymak bilmez domuzlar bastı 
felç edilmiş ellerimize!
kara yazılara kara imzalar attı
korumak için para alanlar
üç kuruşa göz kapattı
tepende komutanlar.


ey sevgili ver elini,
masmavi gözlerin, 
Ege'ye bakıyorum şimdi  
dinle derdimi
bütün dağların kalem benim, 
aç bana bağrını...
yıkamak içindir bilirim 
bütün yaralarımızı
sakın esirgemeyesin bizden 
o deli ırmaklarını...
sil gözlerini; 
bak seherin sabahça çiğleri 
tertemiz etmiş bedenini,
sana söz
şu felçli ve bağlı ellerime inat 
ayaklarımla direyeceğim,
olmadı dişleyeceğim gövdenden
o piç ayrık otlarını! 
ezelim ebedim, 
memleketim...
dimdik tut üzerinde yeter ki sen, 
kar beyaz zambaklarını...


"Ey Sevgili -Vatan-"
j.ak
23.Temmuz.2011

15 Temmuz 2011 Cuma

AĞIT


böyle günler yok mu
ölümüne  lânetlediğim
bu saatlerinde  ihanetin
öylece durur  usum yalnız  ve tek
ve yata-yalnız durur  koskoca bir millet.
bir ses arar başım bir omuz niyetine
bir yüz arar yüzüm dost niyetine
hasretini içti tekrar tekrar  yüreğim
al bayrağa sarılı  kınalı Şehitlerimin...
uykularındayken kör seherlerin,
bilmediğim âlemlerinde kollarımı kestim 
utandım ve kapandım,
bu hain devletin
başsız kalmış  omuzları üzerinde
bir yüz bile  bulamadım
aynalarda duran gözlerime
bu yüzden  bakamadım.
bilmeden çoğaldı elimde parmaklarım
her bir Şehidin bugün ben, 
bir parça anasıydım!
öyle kanadı ki bugün gözlerim
bütün televizyon kanallarını lânetledim
öyle acıdı ki bedenim
ya ben de öleyim
ya da bir haini
yok edeyim istedim!
Şehidim, kuzum, vatan evlâdım
sen kızıl-kara toprağısın sevdalarımın,
bilirim ki bağrında, 
bu memleket satıcılarının
ne dirisini ne ölüsünü barındıracaksın,
bilirim merhametsizdir bu hainlere
senin şanlı istirahatgâhın.
Şehidim, kuzum, vatan evlâdım!
öyle acıyor ki baharım yazım
ya ben de öleyim 
ya da bir haini...

"ağıt"
j.ak
15.Temmuz.2011

GÖLGE OYUNU


Kan emiciler, kandan beslenenler, otuz yıldır terörden geçinen kan tacirleri. Mutlu musunuz?  Dün gece yediğiniz yemek boğazınızdan geçti mi?  Ben vereyim bu soruların yanıtını. Hepiniz çok mutlu oldunuz ve domuz gibi de yediniz “yemeklerinizi” eminim bundan. Tek bir damla gözyaşı dökmediniz, dökemezsiniz de zaten, yüreklerinizi nasır bağlamış sizin.


Türkiye’de bir iç savaşı kızıştırmaya uğraşan tacirler bunun leblebi çekirdekle yapılmayacağının farkındalar. El altından yapılacak silâhların ticareti kimlere ne kazandıracak? Aranızda bunun rant hesabını da yaptınız mı? Yapamadıysanız onları da şike yapmaktan tutuklatacak mısınız yoksa? Günlerdir bikbiklenip durdunuz şike diye. Gündeme bakın ne kadar eğlenceli!  Peki at yarışlarında yapılan şikeleri neden kimse soruşturmuyor? Yoksa o rantın geliri güzel mi dağılıyor? Ya da “kontrolsüz güç güç değildir” yaklaşımı ile AKP bu ranta da mı göz dikti kim bilir? Öyle bir paranın aktığı her yerdeler ki zira, insana başka türlü düşünme şansını adeta tanımıyorlar zaat-ı muhteremler... Bakırköy’de meşhur bir jokey rahmetli halamların komşusuydu. İyi sporcu ve tertemiz bir ağabeydir. Ama küçükken hiç anlayamazdık neden dev gibi korumalarla gezdiğini, eve bile onlar tarafından getirildiğini... Paranın girdiği her yerde şike vardır. Boşu boşuna futbolcuyu “Modern Çağın Gladyatörü” diye adlandırmıyorum. Milan ve Juventus da aynı sebeple düşmedi mi? Ha sonra ne oldu peki? O ülkelerin futbolu pir-ü pak mı oldu? Yoo... Olmadı tabii. Aynen devam, şikeciler ve şike tüyoları... Ancak ne ki o ülkelerde gündemi bizdeki gibi alabora etmedi bu konu. Suçlular yakalandı cezalar kesildi hepsi bu. Deniz Feneri yolsuzluğu davası gibi sessiz sedasız sürüp gitmişti o davalar o ülkelerde. Ama bizim memleketimizde iktidar işine gelen davayı gizli saklı yürütürken, işine geleni de ayyuka çıkartıp gündemi onunla doldurmayı ve milleti uyutmayı beceriyor. Mevzu paranın büyüklüğü ile alakalıysa Deniz Fenerinde dönen para Fenerbahçeyi kim bilir kaç kez satın alırdı? Kaç kez?! Ama konu bölücülüğü Fenerbahçe Galatasaray’a bile çekmek konusu olunca, hem de şu özerklik ilânı arefesinde, tadından yenmedi doğrusu... Özellikle yazmayıp beklemeyi tercih ettim gelecek olan bombayı. Alın size bomba. On üç şehit ve bir özerklik ilânı. Ama Fenerbahçeydi Galatasaraydı, yöneticilerin yaptıkları zırva açıklamalardı derken bir yandan dalgalar halinde(!) sürüp giden tutuklamalarla dil ve akıl tutulmasının en uyuşturulmuş seyrini yaşıyoruz bir yandan da...


Cambaz bu kez kocaman! Bu cambaz daha ne kadar şişebilir ki acaba? Futbol bile siyasete cambaz edilebiliyorsa bir sonraki bombanın cephanesini merak ediyor insan. Ya cephaneyi fena halde tüketmiş bir AKP vardır ortada ya da... Ya da milleti aptal yerine koymayı şiar etmiş bu leş kargalarının sıradaki mönüsünü afiyetle yiyeceğizdir...


Yeni anayasa, emperyalizmin yeni çanak tutucularının taşeronluğu ile oylanırken cambaz bu kez halkın tamamı yapılmak isteniyor olmalı. Bu senaryonun teorik kısmını saklamanın en güzel yolu küçük gruplar halinde başlatılacak olan bir iç savaştır. Ve bu leblebi çekirdek ya da çakıl taşı ile yapılsa bile işin içinde önemli bir ticaret vardır ki biliyoruz ne leblebi, ne çakıl taşı, ne de karanfille yaptırılacaktır bu kargaşa. Bundan sağlanacak rant, bu ticareti yapanların  evlatlarına mezar taşı parası olur inşallah!


On üç evladımız şehit edildi. Hangi ve kaç paranın hesabı daha önemli olabilir ki bundan? Televizyonlar Merih’den yayın yapıyor gibiler. Anlamak mümkün değil. Neredeyse dansöz oynatacaklar. Hangi kanalı açsam yüzsüzlük diz boyu. Pişkin pişkin sırıtan yüzler hiç birşey olmamış gibi. Bir kanalda romantik komedi filmi var, diğerinde bir dizi vs. Sonra birileri çıkıp köyün delisi gibi özerklik ilân ediyor kendi çapında. Ben de dün gece krallığımı kurdum, yarın birkaç kişinin canına kıyıp bu durumumu ilân etmeyi düşünüyorum. Çünkü o kadar kolay. Ya da oralardan öyle gözüküyor. Kim bilir?..


Terörden beslenen besleme köpekler söyleyin bana hangi ve kaç para on üç canı öldürmeyi mübah kılıyor gözünüzde? Memleket on üç askerden mi ibaret sanıyorsunuz? Malum basın bu ölümlerden TSK’yı sorumlu tutmuş. Savaş uçağımız bombalamış askerimizi. Bunlar birer hain klâsiği olarak tarihe geçmeli. Ne yapıldıysa TSK yaptı zaten değil mi? Gladyo yaptı, derin devlet yaptı. Yani eli kanlı  terör örgütü PKK neredeyse kimseyi öldürmeden otuz yıla yakın bir süreyi geride bıraktı. Yani otuz beş bin civarında askeri ve onca sivili hatta Serap Eser’i falan hep TSK ve derin devlet öldürdü. G.Doğu’da el kadar bebeklerin eline taşları da TSK veriyordur kesin. Taksim’de kreşe molotoflu saldırı yapmak, Mersinde anaokulu bombalamak hep derin devletin işi. E madem öyle de bu gerizekâlılar neden dağdaki hainlere özgürlük savaşçısı gerilla gibi isimler takıyorlar? Bu ne yaman çelişkidir böyle? Her lâfa bir yanıt zinciri artık saçmalığın doruklarına tırmanmıştır. Öyle ki neredeyse kaleşlerinden çıkanların mermi değil karanfil olduğunu savunacaklar.


TSK için ise hep şunlar deniliyor. “Bi’ bitiremediler şu terörü ah şu TSK!!!” Terör kan emicilerin gelir kapısıdır. Kolayla bitmez. Silâh ve uyuşturucunun ticaret zincirindeki besili hain tosuncuklar, hep şike yapılsın ister çünkü. Hakem Amerika olduktan sonra şikenin biri bin para. Terör yasası derler bitmez. Kurşun sıkan teröristi vurdu diye askere dava açılır, “neden belden aşağıya ateş etmedin” diye soruşturulur ve hatta suçlu falan ilân edilir. Ama öte yanda eli kanlı katiller davul zurnayla karşılanıp çadır mahkemelerince serbest bırakılır. TSK’nın Kandil’e girmesine izin verilmez, neredeyse TSK’nın nefes alıp vermesi bile yasakken bir de yüzsüz yüzsüz TSK bir türlü terörü bitiremedi lâf ebeliği yapılır. 

Verin bakalım TSK’ya tam yetkiyi sonra oturup gün sayalım birlikte... Acaba çift haneli rakamlara gelebilir miyiz?

Hiç zannetmiyorum. Ama birileri kan içmeye devam edecek, şamar oğlanı olmaya meraklı PKK ve onun sevicileri Amerika’ya o koca götünü yaslayacak ve bir de üstüne “Biz özerk olmuşak” edebiyatı yapacak! Tam bir komedidir bu. Ama trajikomedi...


Ey kan içerken kahkahalar atabilen hain!

Bu millet o koca götünü dayadığın Amerika’yı falan tanımayacak günün birinde.  O zaman da gülebilecek misin böyle? Kork! Türk Milleti’nin neler yapabileceğini iyi bilirsin sen. İşte o yüzden kork! Değil on üç asker, bin üçyüz onüç askeri de şehit etsen bu millet dimdik duracak. Ama sen iyi hatırlarsın ey hain! Hani o gerilla dediğin dağdaki çapulcu topluca öldüğü vakit leşleri hiç bir yere sığmayıp top sahasında teşhir edilince nasıl tırstığını anımsa! Terörün nasıl da şıp diye bitiverdiğini. Çünkü sen korkaksın! Arkanda Amerika olmasa bir bok beceremezsin! O gerilla dediğin pespayenin o yıllarda nasıl da korkup teker teker teslim olduğunu anımsa ve kork!

Hiç tanıyasım yoktur o özerkliği bunu iyi bilesin! Kalıcı olsun diye ağlaşıp duruyordunuz  geçenlerde şu sözde özerklikten bahsederken. Nasıl da biliyorsunuz ama değil mi? Nasıl da iyi bellemişsiniz Türk Milletini?

Çünkü o dediğin şey kalıcı ol-ma-ya-cak! O yüzden çok sevinme, biliyorsun ki er ya da geç...