6 Ekim 2011 Perşembe

düğüm alayı...


toplamı kadarsındır yaşadıklarının
kimi zamansa arta kalanı
öyle eksilmiş, öyle bitip tükenmiş
kuytular kâr etmez artık oradan çık
belki uzaktan gördüğün o ışık
tünelin ucundan sür'atle yaklaşıp
üzerinden geçecek olan bir trendir kim bilir?
ardına bak ve gör, orada olanlar hep senin gölgendir.
bir kedi zarafetinde,
uzatıyor şimdi kollarını geçmiş
kurallar, kavramlar, coğrafyalar
krallar, kanunlar, insanlar
tut ki eksilenisin bir artanın
ya da bir iklim kadar uzağında farkındalıklarının
konuş ki bir nefesin,
asılsın gök kubbeye
ve zembille in gökten
hem de bardaktan dökülürcesine 
yakın diyorum artık şu türküleri yakın
buhar olup uçsunlar 
sarsın memleketi fanus olup dumanlar,
bu denli karanlık olamaz yine de 
ve bu denli kör yalancı
hiç bir isin altında yaşananlar...
güneydoğu'da çocuk gelin olma yaşı
on iki yaş ve yedi aymış
ve diğer yerlerde on üç on beş, on altı
hükümetse cezayı kesmiş
yayın evi sahibine. Mahkeme, 
altı aydan üç yıla kadar hapis istermiş
muzır neşriyattan korumak için çocukları
umurunuzda mıydı oysa yıllardır 
bir çocuk gelinin o minik gözyaşı?
o gözyaşı ki 
bir çocuğun boğazında düğüm alayı
neşriyatı görüp canlısını görmez muzırın
bizim ikiyüzlü soytarı,
ey işgüzar soytarı!
geçmişimiz buzdan bir heykel
ve yangınlarda tüneldeki sarı gölgeler
duvarlar ki, 
bilirsin hep sanrıdır gerçekte
oysa dağlar bile duramadı 
bir zamanlar önümüzde
yakın şu sözcükleri artık kalkın 
gökyüzü belki de bize daha yakın...
oturduğu yerden vatan kurtarmanın
oblomov'u bile kıskandıracak
şu kaskatı tembelliğinden arın,
ya da bildiğin yöne kır, sığın 
savunmalar ardına
ve eleştir 
nasıl olsa bedava...

“düğüm alayı”
j.ak
05.Ekim.2011

4 Ekim 2011 Salı

YENİSİNİ YAPMAK...

Yeni Anayasa hakkında atılan çığlıklar yayılıyor alçak basınç etkisindeki memleket semalarına.

Cemil Çiçek yeni Anayasa hakkında diyor ki: “Eskisini tamir etmeyeceğiz yep-yeni bir hukuk inşa edeceğiz.”

Kendisi sanırım mütehhaitlik tarzı bir içgüdüyle Anayasa gibi bir kavram hakkında konuşurken, böylesi bir oksimoronu uygun buldu. Ancak anımsanması gereken önemli bir konu var ki; burada depremde hasara uğramış evlerden bahsetmiyoruz... Nedir eskisini tamir etmemek ve yepyeni olanı yapmak?  Eski olanı yıkıp, molozları hafriyatı temizlemek ve yeni baştan bir temel ve gök kubbeye doğru uzanan bir gökdelen(!) inşaa etmektir.  Yani inşaatçı mantığıyla böyle...


Hani İstanbul’un en pahalı semtlerinde de yapıyor ya Büyük Şehir Belediyesi. Evet ondan. Eski yerleşim yerlerinde kırk elli yıldır otura duran mahalle ve semt sakinleri ellerine üç beş kuruş verilip yerinden yurdundan edilip o eski evler yıkılıp, yenileri yapılıyor ya, onu diyorum. Kentsel dönüşüm(!) projeleri. Yoksa rantsal dönüşüm mü demek daha doğru olurdu bilemedim. Bildiğim şu ki AKP ve yandaşları bu yıkıp da yerine yenisini yapmak konusunda oldukça başarılı(!) işlere imzalar attılar. 


Yani Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet de yıkılsın, ha keza ilk dört maddeye falan da gerek olmaksızın yeepyeni bir Anayasa yapılsın gibi bir saplantıya girilmiş. Bu bir inşaatçılık refleksi midir? Anlamak güç.
Ama burada inşaat veya kentsel dönüşüm projesi yapmıyoruz.
Eğer bir inşaattan bahsedecek olursak da kendileriyle aynı dilden konuşalım o halde...

Bizim Cumhuriyetimiz, tıpkı Anadolu Hisarı gibidir.

Bizim Cumhuriyetimiz, tıpkı yüzlerce yıl ayakta kalmayı başarabilmiş ahşap bir “Safranbolu Evi” gibidir.

Nadidedir yani...

Geleceğe miras bırakılması gereken bir nitelik taşır.


İşte geleceğe miras bırakılması gereken yapılar yıkılmazlar restore edilirler.


Restorasyon çok hassas ve çok zor bir konudur. Öncelikli amaç bir eseri korumaktır yani! 


Birilerinin bunu Cemil Çiçek'e acilen anımsatması gerekiyor...

Tablolardan ve heykellerden de vermek isterdim bu örnekleri ama ne yazık ki gördükleri yerde heykel yıkan bir zihniyetle karşı karşıyayız...

Ha keza İstanbul İstanbul olalı ne yangınlar ne kundaklamalar görmüştür hey gidi. Tarihi eserlerin sistemli bir şekilde yanıverip, kül oluverip, yerlerine bilumum AVM ve özel mülk yapılması ise komikliğin nirvanasıdır...

Şimdi de Anayasamızın ilk dört maddesini kundaklamaya çalışıyorlar. Hem de inşaatçı mantığıyla.

Çok yazık...

18 Eylül 2011 Pazar

AFERİN!

Bu hükümetin ne zaman başı sıkışsa konuyu döndürüp dolaştırıp kadına getirmesi artık klâsikleşti.

Türban, türban türban...


Neredeyse 80’den beri her hükümetin şu veya bu şekilde ya gündeme getirdiği ya da başa çıkmaya çalıştığı(!) bir konu olmuş ve ne kadar güzeldir ki, gündemi meşgul edebilmeyi başarmıştı. Ancak bu hükümet zamanında ne var ki o kadar fazla gündeme geldi ve o kadar çok tekrarı yapıldı ki, artık insanları o kadar da fazla etkilememeye başladı bu “türban” konusu...


Şimdi artık yeni ufuklara yelken açmanın zamanı gelmişti. Daha vurucu daha çarpıcı konularla gündemi oyalamak adeta farz olmuştu. Ne de olsa kadınların etekleri altına sığınmak her daim işe yarar bir durumdu.  Neyse ki bu kez buluş HSYK’dan geldi ve “iş yükü” bahane edilerek “kadını tecavüzcüsüyle evlendirelim de iş yükü azalsın” gibi gündemi alt üst(!) edecek bir konu bulundu.


AKP PKK ile müzakereler mi yapıyormuş, NATO’nun Ortadoğu katliamına ortak mı oluyormuş, Vatan ellerimizden mi kayıyormuş kimin umurunda? O çok beğenilen köşelerden bile “kadın kadın” sesleri yükseliyor. HSYK’nın bu saçmasapan çıkışına gözlerimizi kapatalım demiyorum tabii ki. Ama



Ortadoğu’nun jandarmalığı yapılırken,

AKP PKK ile pazarlıklar yapıyorken,

Memleketin çivisi bu denli çıkmış iken,

Ordumuz terörist muamelesi görüp gerçek teröristlere “özgürlük savaşçısı” deniliyorken,

En açık şekliyle koskoca bir memleket tecavüzcüsü Amerika ile evlenmiş ve adeta balayı keyfi sürüyorken,

Neden hâlâ daha kadınların etekleri altına saklanıyor bu yazarlarımız?
Üstelik bu yapılan “sözde muhalefet” adı altında gündeme getiriliyor. Çok yazık!

HSYK için ise söylenecek söz bile bulamıyorum. Kendi yakınlarının başına aynısı gelsin ve onları tecavüzcüleriyle evlendirsinler bence. İş yükü azalmış olur hem. 

Allah sizin tepenizden baksın e mi?

Konuyla ilgili sorularım ise şunlardır;

1)     Tecavüzcüler birden fazla ise kız kime verilecek? Ya şundadır ya bunda mı oynayacak hakimlerimiz yoksa kısa çöpü çekene mi verecekler kızı?

2)   Tecavüz edilen zaten evli ise kendi kocasından boşattırılıp tecavüzcüye mi vereceklermiş acaba kadını? E iyi de o zaman iş yüküne yeni işler biner?!


Bir de kadına şiddet uygulamaları için Kamu davası açılmasın buyurmuş HSYK. Adamlar yememiş içmemiş düşünmüşler işte...

Bravo HSYK!

Aferin çok çok iyi düşünmüşsün!


15 Eylül 2011 Perşembe

İKİNCİCİDEN YENİ ATAK...

GazeteVatan 14.9.2011 tarihli bir haberinde,


`Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, göreve geldikten 3 ay sonra bakanlığa neşteri vurdu. Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren KHK ile, “Milli Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun” yürürlükten kaldırılarak, bakanlık merkez teşiklatlanması yeniden yapılandırıldı. Yapılan değişiklik ile bakanlığın görevleri arasından,
“Atatürk Milliyetçiliği’ne, laik sosyal hukuk devletine bağlı vatandaş yetiştirme” çıkartılırken, Bakan’ın görevleri arasında yer alan “milli güvenlik siyasetine” bağlı olma şartı da yeni KHK’da yer almadı.` Deniliyor…

Hazretin bu kararı KHK (Kanun hükmünde kararname) kapsamında oldu bittiye getirilmiş ve konuyla ilgili ne bir toplumsal uzlaşı ne de meclis içi tartışma yapılmıştır. Bunun adına olsa olsa “faşizmle at koşturmak” denir.

Mayıs 2011 tarihli “Sürreel bir yap-boz” adlı yazımda 22 Ağustos internet sansürünün (paket internete geçişin) pornoyla falan alakası olmayıp amacın da çocukları ahlâka aykırı yayınlardan korumak olmadığını yazmıştım. Ve,

“Şimdi düşünün Anayasamızın ilk dört maddesi değiştirilmiş ve Türk-kürt Federe Devleti gibi akıllara ziyan bir proje hayata geçmiş… Atatürk Milliyetçiliği diye bas bas bağıran bizlerin Türk Milliyetçiliği, Kemalizm gibi sözcükleri kullanmamıza müsaade edilir mi? Kemalizmi savunmak anayasal bir suç haline gelmez mi o zaman?” diye sormuştum.

Aynı haberde zorunlu din derslerine dokunulmayacağı Dinçer’in açıklamaları arasında. Bu kararda aynı zamanda “lâik, sosyal hukuk devletine bağlı vatandaş yetiştirme de kaldırılmıştır. 


Yapılmak istenenler adeta kör göze parmak sokma kıvamına gelmiştir artık. İnternet sansürü henüz çok belirgin boyutlara tırmanmamıştır. Nedeni “İnternetime dokunma”, “bloğuma dokunma” gibi toplumun genç kesiminde bir anda infial(!) yaratan toplu hareketlenmeler olsagerektir. Ama ne var ki ustalık dönemini yaşayan bilge hükümetimiz durup düşünmüş olmalı ve “olsun canım sırası mühim değil, önce hele bir şu Atatürk’ten kurtulalım da gerisi gelir nasıl olsa” demiştir. “Bugün müfredattan kalkan yarın da yasaklı oluverir o da çok mu zor?”

Toplumsal gidişata baktığımızda görüyoruz ki evet çok da zor gözükmüyor şu dönemde. Siyasetin aylık hatta haftalık oldu bittilerin yerli dizilere eklemlenmesiyle yaşandığı bir memlekette kolay bile sayılabilir. Nasıl olsa diziler yeni yayın dönemlerine başladılar artık.  

İnternetime dokunma diye bas bas bağıran güruh acaba ATATÜRK’ÜME DOKUNMA diyebilecek mi çok merak ediyorum!

Bu yeni kararnameden sonra okullarda olabilecekleri sırasıyla düşünebilmek çok da zor değildir. Andımız kaldırılacaktır. Okullardaki Atatürk büstleri ve fotoğrafları kalkacak ve milli bayramlarda yapılagelen kutlamaların ve coşku dolu törenlerin yerlerinde yeller esecektir. Son olarak da Atatürk adını ağzına alan gençlerin ağzına acı biber sürmek, yetmediği yerde de dayak kötek, var sanırım sırada. Yani yasaklama.


Algı saptırması, dezenformasyon, olayların ve haberlerin manipülasyonu gibi son üç dönemdir alışageldiğimiz yalan rüzgârı adlı film senaryosuyla olsun oyuncularıyla olsun biliyoruz ki azımsanamayacak bir kitleyi peşisıra sürüklemektedir. Atatürk militarizmle özdeşleştirildi herşeyden önce, sonra Türk Silâhlı Kuvvetleri ve Atatürk tu kaka kavramlar yapılmaya çalışıldı. Milletken halklar, halklarken azınlıklar oluverdik. Ara sıcaklarsa sanatçı bozuntularının cep doldurma telaşı ile birlikte sözde ezilmişin ve sözde mazlumun yanında boy göstermeleriyle kucaklayıverdi(!) toplumu. Son seçimlerde Kürt bloğuna oy verip, o da yetmez gibi Aynur Doğan’a koştura koştura destek verenlerin Karadeniz Türkülerini cici kız edasıyla söylemeleri de aynı kucaklamayı yapıverir hatta... Ne sevimli! 

İşler daima çan eğrisinin yasaklama sınırına tırmandığında ki orası tepe noktadır, tepe taklak tersine doğru inişe geçer. Sayın Yılmaz Dikbaş’ın “oh oh çok güzel oluyor” adlı yazısını anımsar ve hatta bir kez daha okursanız, değil umutsuzluğa kapılmak, yepyeni pasparlak bir umudun aydınlığını daha net görebilirsiniz…




13 Eylül 2011 Salı

oysa yol, uzun...

ayakta ağırlar hüznü gece
karanlık sorar tetikçisini gözyaşlarının
artık akmayan duygularla bir, yorgun, kırgın
günler en uzun halindeyken bile
bir kavuşma sahnesinin o sarılma anı kadar kısa
oysa yol, uzun...
ayaklarımızın altındaki o tozun, mavi acılarında
edepsiz siyasetçi çığlıkları yankılanır
boş kulaklar bile, bilir uyku arası sarhoşluğu ki;
her soluk,
satırları dolduran sarı sayfalarında  gecenin
yeni bir göreve kapanır.
ve ayakta ağırlar
nefeslerin yutakta unutulduğu anı gece
sorgu artık tüm çaresizliklere
 ve git gide ağırlaşırken işkence,
koca bir vatan, içinden çoğalır
içine akan ıssızları ile.
biliyor musun? umudu saklamışlar
en kuytu köşelere,
kolları, tersine akmaya çabalayan suları olmuş
satılmaya yüz tutmuş ırmaklarımızın,
anne kucağından koparılmış  bir çocuk gibi
uzanır bize o kollar ve bağırır yaygaracı bir sesle;
“bulun beni, duyun beni” diye.
radyodaki kan anonslarına kılı kıpırdamayanları
anlayamam bir türlü,
hani duyarız ya;
“bir bebek için çok acele” der bazen...
bir bebek işte yahu! bir sübyan
uyan artık ey ahali uyan!
kan kaybediyor bu vatan!
ne zaman uyanırsan,
o zaman elleri uzar yeniden umudun
güm güm çalınan o davulun
keser sahte seslerini
siler bir gün alınlarımızın ak terini,
bırak umut paylaşsın,
tüm eski sevgilerimizi bizimle
ki o tanıştır zaten tek tek, her biriyle.
bilirsin bilgidir en güzel sevgilerin tortusu
uyuduğun bu uyku, suni karanlıkta uyunan
onlarca yıllık gündüz uykusu,
artık uyan!

“oysa yol, uzun...”
j.ak
12.Eylül.2011

26 Ağustos 2011 Cuma

DÜŞ ÇEKTİRMEK

elinde koskoca bir ket
vurur faili meçhul anılara
egoların düşçüsü...
çürümüş bir düş acısı diyorum bu
ki geleceğin köprüsü.
görmüş müydün tamamını?
bilemem.
soğuk ve yağışlıydı sadece kışlar
ve deniz kokusunu taşır dururdu hani 
bizim oralara kuşlar
anımsar mısın?
boş ver...
idelere kanal tedavisi olmazmış
öyle dediler.
ve çürük düşler çekilmezlermiş. 
faili meçhul anıların altından
bir yenisi çıkmasın diye...
süt düşleri çünkü
bir defaya mahsus çiğner ve tadarmış
pürtelâş tebessümlerini yüreğin.
şimdi,
ellerinde koskoca bir ket,
vura vura,
kıra döke
çürüğünü o düşün,
yok eden bir düşçünün
erir kar arlarında
atıl ve bahaneci
bir dönüşüm...

“düş çektirmek”
j.ak
25.Ağustos.2011

18 Ağustos 2011 Perşembe

DEKMAN!


Taraf olmaktan imtina eden bir sanatçı üzerinde baskı kuran PKK kuyrukçularını izledim bu gece. Sosyal paylaşım sitesinde sosyalistçilik oynuyorlardı ve sanatçı arkadaşımı bir daha kitaplarını okumamakla, kitaplarını bir geceliğine kütüphaneden indirip yere koymakla(!) falan tehtid(?) ediyorlardı. “Sen bu olamazsın” diyordu biri, “Çok şaşkınım çook!”  diyordu öteki...


Siyasal temelsizlikle yaftalanan sanatçı, sonunda PKK terörünü lanetleyen yazısını sayfasından kaldırıp, yeniden koydu yazısının altındaki yorumlar silinip gitsin diye... Çünkü damgalıyorlardı, “faşist”, “ırkçı” oluvermişti bir anda o güzelim “ışık adam”... Çamur at izi kalsıncı bu küstahça linçlere kaç kişi dik durabilir ki, böyle tuhaf bir ortamda?


Yıllarla edinmiş olduğu bir duruş, okuru kucaklayan bir hümanizm ve yirmi beş yıldır bildiğim o çok, pek çok çalışkanlık... İşte bir kaç çapulcu yüzünden avuçlarından kayıyordu tüm bunlar. Hem de bir anda!  Şehitlere üzüldü ve bunu bir yazıyla dile getirdi diye.

İletişimin .okunun çıktığı son yıllarda, özellikle sesini büyük kitlelere duyurabilmiş sanatçıların etrafında toplanan fanatik(!) sevgi yumağı bu tayfa, ne yapıp edip, lâf cımbızlama konusunda da atak davranıp, o kişilerin insani duyarlığını kendi davalarına meze etmekte son derece başarılı bir psikolojik harekâtı gerçekleştirmektedirler.

Yani sözün özü, belli bir kitlesi olan sanatçılarımıza;

“şehitlerin ardından ağlamak ve PKK terörünü lanetlemek YASAK EDİLMİŞ durumdadır”...

***



Hergün şehit haberleri alıyoruz. Bu kızıştırmanın ardından sözde Kandil’in bombalanması ve çocuk kandırır gibi, “ramazanın bitmesi beklenmeden(!)” yapılması, ardından bir kara harekatının da yapılacağının sinyallerinin verilmesi, ister istemez insanın aklına bazı soruları getiriyor. Suriye’nin bölüşülmesinin başlangıç ayağını oluşturan bir tezgâh mı bu, göreceğiz.


Şehit sayısı mıdır Başbakanın tepesinin tasını attıran? Bir iki falan olduğunda bu sayılar, Er Rıfkı Damar tek başına şehit olduğunda tepemizin tası atmıyor da şu kadar sayı olduğunda mı ramazan falan beklemiyor operasyon yapıyoruz? Onu bile haber vererek yapıyoruz hem de... Ki hava(n)da su dövmenin havadan yapılanını izleyeceğimiz de gün gibi aşikârdır.


Sabrı bitmiş başbakanımızın. Yahu nasıl bir söylemdir sabır bitmesi? Sabrın bitmesi için gereken belli bir şehit sayısı eşiği mi var acaba  başbakanda. 15 falan olunca bitmiyor sabır ve daha beklior. Elinde otuz üçlük tesbihi, sabır sabır diyor herhalde. Bir ayda otuz şehit olunca sabır da bitiyor demek ki, o derece. Gerçekten ürperten ve şok eden bir açıklamadır bu. Kepazeliktir! İnsan canından bahsediyoruz yahu, evlât canından bahsediyoruz, bahçemizi gagalayan komşu tavuğundan değil, ya da müziğin sesini açan bir komşudan değil... Sabır ne alakadır!


Suriye’de karışıklık ramazan sonu hasılat toplanması şekline dönüşecek. Kara harekâtının başlama dönemiyle eş zamanlı olacak bu herhalde. Yoksa Amerika durup dururken Türkiye’ye neden Kandil iznini versin ki?

Şu Kandil izni(!) için bir ayda otuz vatan evladı canından ve hayallerinden oldu. 

Şimdi mi yapılır operasyon? On iki terörist etkisiz hale gelir belki. Yani şehitlerimizin kanı yerde kalmamış(!) olur. Sonra peki? Aynı tas aynı hamam. Ama pek tabii Amerika da bu Kandil’e izin jesti ardından Ortadoğu’nun en kahraman jandarmasından bazı ufak tefek fedakârlıkları ister mi ister. E olacak artık o kadar.  Biz de eşek değiliz ya, ufak bir ricanın lâfı bile olmaz diyeceğizdir. Müttefikçilik oyununun son perdesi için sıvanmaz mı bizim müttefikperver hükümet? Sıvanır. Hatta her an sıvanık bekler!


Oysa terörü bitirmek isteyen, bölücülük yapanları siyasetten uzaklaştırır,

Terörü bitirmek isteyen, Kandil’e habersizce gider ve bombalar, biz günler öncesinden bilmek yerine, bir sabah Kandil’i bombaladığımızın haberini duyarız aniden.

Terörü bitirmek isteyen, Güneydoğu’da OHAL ilân eder... Ve daha neler neler yapar herkes biliyor.

Ama tüm bunları yapabilmek için önce kukla olmayan bir hükümet gerek.  Ki o kukla olmayan hükümet varını yoğunu savaş uçaklarımızdaki çipleri etkisiz hale getirebilmenin teknolojisine harcasın... Aksi halde mahalle arasındaki erkek çocuklarının DEKMAN oyunu gibi biz de masuzcuktan gider geliriz Kandil’e...


"Son günlerde sınır ötesi operasyon söylentileri örgüt içinde korkuya neden oldu. Bütün kamplar boşaltıldı"


Deniliyor PKK için. 

Fıratnews sayfasındaysa ANS’den alınan haberde terörislerin hiç bir kaybının olmadığı vurgulanmış. Ne olsaydı ki? 

Bu düpedüz danışıklı dövüştür. Şu kadar şehit verilmiş, haydi bir koşu gidip Kandil’i bombalayalım, haberimizi de verdik nasılolsa, “ey PKK aman ha çekilin oradan çünkü biz bir kaç bombalama yapacağız, Allah korusun bir yerinize bir şey olmasın” havasında bir operasyondur bu. Şehit haberiyle sarsılmış olan halk bu gece rahat uyusun da sahur eda etmek üzere kalktığı zaman, üzüntüsü yüzünden iştahı kaçmasın!


Yahu göz var izan var.Durum ortada işte. PKK’lı terörisler ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyor, dolaştığı da yetmiyor, dayılanıyor, can alıyor pek âlâ. Siyasal uzantıları hergün ayrı tehditler savuruyor ama kimsecikler ilişmiyor… Terörle yıllarca mücadele etmiş olan askerlerimiz durmaksızın tutuklanıyor.  Memleket diyen aydınlarımız tıklım tepiş doldurulmuş mahpus damlarına… Bizim başbakan da otuz üçlük tesbihi elinde, “sabrımız bitti” adlı şarkısını icra ediyor… Gerçekten çok trajikomik şeyler bunlar. Ve artık tirajı da komik. Kimseler rağbet etmiyor artık bu palavralara ki yazarken bile utanıyor insan.


Amerika Kandil iznini vermekle kalmayıp bir de yeni bir bomba  kullanmamıza müsade buyurmuş. Ne müttefik ama! Bu jesti, kara kaşımız kara gözümüz için yapmış olsa gerek. Bu bomba hiç bir şeye benzemiyormuş! Mağaraların içine de tesir ediyormuş. Amerika neredeyse bir ön sevişme safhasındadır ki sonrasından allah bizi korusa bari!


Yazıktır günâhtır… Evlatlarımıza bu oyunun parçası olurken biçilen rol “şehitlik”tir maalesef ve tek gerçeklik budur.

Türk halkıysa APTAL yerine konmaya devam ediliyor.

O aptal yerine konan halkın içinden yetişmiş sanatçılarsa belli saflara çekiliyor. Bu saflaşma Ahmet Kaya’yı anma törenleriyle başladı, sonra “yetmez ama evet” e meze edilen kuşlar öttü, sonra Aynur Doğan’a ağlak ağlak destek vermeye üşüşenler türedi…


Ey hükümete şirin gözüküp bazı organizasyonlarda  kaymak ödenekleri kapma telâşındaki sivri zekâlılar;

Mutlu musunuz?

Kaymak ekstralardan ne haber?

İşler iyi mi bari?

Bak,

Çocuklarımızı yitiriyoruz,

Onlar için yazılacak sözünüz,

Bestelenecek müziğiniz hiç yok mu?

Hiç mi titremiyor içiniz?

Sadece aşk acısını mı bilir o bencil yürekleriniz?

Yoksa yasak mı var size?

Üzülme yasağı yani, şehitlerimize?

Biz mi?

Biz kanmadık, kanıyoruz

Yıkıldık ve yanıyoruz,

Kandil’e gitti ordumuz…

Dekman oynamaya!



bahsetseydik filbahri çiçeklerinden...

kanatların ne renkti kuzum?
göremeden uçtun.
çift haneli rakamlarla anılmayınca
yok sayılanlarındansın
bu yurdun.
gözlerin ne renkti?
göremeden yumdun
haberlerde tek satırla okudular seni,
görmedim gözlerinden akan 
dipdiri hayallerini.
bak, 
kanından bir göl oldu memleket
eğilip de nasıl boyun eğdi bilir misin?
O kanı içerken  hükümet
ve ağlıyor şimdi
çaresiz anan baban,
koca bir seni sırtlanan
içerken kanını  
bir sürü aç sırtlan!
bak, 
şimdi küçük hesaplar yapıyor 
sanatçı müsveddeleri.
onları alkışlıyor 
mütareke kalemşörleri.
yaladılar, 
ölmene geçit verenleri kuzum,
yaladı ve içti her biri 
gür kanından birer yudum...
başka şartlar altında tanısaydım keşke seni
meselâ, 
sen ölmemiş olsaydın
ve bahsetseydik sen ve ben,
Eminönü-Kadıköy vapurunda
filbahri çiçeklerinden...
ve o sırada bir parça koparıp,
martıya fırlatsaydın  simitinden
öylece yanımıza geliveren...
bir bilsen, 
ölümünden nasıl da hepimizi 
sorumlu tuttum!
kanını içenlerin 
doymak bilmez nefesleri 
çarparken yüzüme
ve adın okunurken 
haberlerde pişkince,
insan olmaktan utanç duydum,
insan olmaktan utanç duydum...
Sahi umutların ne renkti?
Ve yüreğine 
kaç sevda deymişti kuzum?
ey oyuna gelenler duyun
er rıfkı'nın gözleri
şehit kırmızısı
ve umutları vardı eflâtun!
bilir misiniz o daha yirmibirinde
ve sevdalarını bıraktı küçük elleri
filbahri çiçeklerine,
hayallerini bıraktı yüreği
filbahri çiçeklerine...




“bahsetseydik filbahri çiçeklerinden”
j.ak
16 Ağustos.2011



Şehit Er Rıfkı DAMAR
Nur içinde yat...