8 Nisan 2012 Pazar

SPOR GERÇEKLERİ


                 Modern spor dört aşamadan geçerek küreselleşti:

1.      Aşama, Fabrika aşaması:
   Sporun ilk aşaması fabrika özelindeydi. Bu aşamada öncülük İngiltere’deydi. Sanayi devriminin ilk dönemlerinde İngiltere’de işçiler, yoğun bir çalışma içerisine sokuldular. Bu dönemde işçiler günün yarısından çoğunu makinaların başında tüketiyorlardı. Sermayenin işçilere sunduğu ucuz birayla sözümona günün yorgunluğu gideriliyor, işçiler kendilerini yeniden üretemeden makinaların başına dönüyorlardı. Böylece sermaye işçileri rahatça denetleyebiliyordu.
   Bu durum daha sonraları işçilerin örgütlü mücadeleleriyle biraz olsun değişti. İşçilerin çalışma süreleri gün be gün azaldı. 1 Mayıs 1848’de işçiler on saatlik mesai hakkını kazanmışlardı. Artık işçilerin kendilerini yeniden üretebilecekleri özgür zamanları vardı. İşçinin özgür zamanı sermaye için büyük tehlikeydi. İşçiler, özgür zaman süresinde kendilerini yeniden üretebilir, sermayeye karşı örgütlenebilirlerdi. İşte sermaye bu arada sporu yeniden keşfetti. Fabrika takımları kurarak, fabrikalara bir aile görüntüsü vererek, sınıf dayanışmasını bir ölçüde gerilettiler. Sınıf çelişkisinin yerini, “fabrika ailesi” çelişkileri aldı. Firma aşkı sınıf mücadelesini unutturduğu için, saflar yapay olarak sermayedarların isteğine göre oluşturuldu. İşçisiyle, memuruyla, patronuyla bir taraf; yine işçisiyle patronuyla memuruyla karşı taraf olarak, kıyasıya spor adlı serüvene atıldılar.
   Bu serüvenin sonucunda kazanan taraf kuşkusuz emekçiler değildi. Son çözümlemede atılan gollerin tümü, patronların hanesine yazılıyordu. Sporda aslan payı yine patronların tekelindeydi.
2.      Aşama, Mahalle Aşaması:
Fabrika aşamasının getirdiği avantajlarla, egemenler sporu, özellikle futbolu mahallelere taşıdılar. Egemenler mahalle takımlarını kurdular. Burada amaç, değişik kesimlerdeki değişik kategorideki insanları karşı karşıya getirmek ve onlar arasındaki sınıfsal çelişkilerin yerine, sahte dostluklar sahte düşmanlıklar yaratmaktı. Kuşkusuz burada kaybeden, sınıfsal yapısı itibarıyla sermayeye karşı mücadele verebilmek için, dostluk dayanışma ve kardeşlik duygusuyla örgütlü olmak zorunda olan işçi ve emekçilerdi. Uyduruk spor çelişkisiyle işçiler ve emekçiler mahalle aşamasında da karşı karşıya gelmişlerdir. Mahalleler mahallelere rakip yapılmış, sermayenin isteği bir ölçüde yerine gelmiştir.

3.      Aşama, Kent Aşaması:

Özellikle kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması aynı zamanda burjuva spor düzeninin kentlere taşınmasını da peşisıra getirdi. Artık spor, kentler arası bir yarışmanın bir savaşımın öznesiydi. Böylelikle sermaye spor aracılığıyla kitleleri sömürünün kaynağından başka taraflara uzaklaştırabiliyordu. Bu aşamada ülkemizde yaşanan bir örnek hâlâ kara bir leke olarak spor tarihimizde duruyor. Anımsamak gerekirse; İkinci profesyonel liglerin oluşturulduğu dönemde, bir Kayseri-Sivas faciası yaşanmıştır. Kayseri’de oynanan Kayseri-Sivas maçı sonrası provokatörlerin körüklemesiyle çıkan olay alevî-sünnî çatışmasına dönüştürülmüş, sonuçta yaklaşık kırka yakın vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Bugün bile hâlâ bu yaralar sarılmış değildir.

4.      Aşama, Ulusal Aşama:

Sermaye sporu keşfetmişti. Spora kendi ideolojisinin damgasını vurmuştu. Ekonomik sosyal, kültürel olaylar sonucunda, ezik düşmüş ulusların bu duygularını tamir etmek için sporu önlerine sunmuştu. Sporda kazanılan her başarı sözde ulusların yükselişini simgeliyordu. “Avrupa avrupa duy sesimizi, bu gelen Türklerin ayak sesleri”, “Samiyen herkese mezar olacak!” vb. sloganlar Avrupa karşısında her alanda olduğu gibi sporda da ezikliğimizin tepkisiydi. Sonuç olarak spor dediğimiz etkinlikler, yeni aşamada ulusları bile aşmıştır. Yakın gelecekte ulusal maçların yerini holding kulüplerinin alması kaçınılmaz görünüyor.

          İngiliz Emperyalizmi ve Spor

   G. Petrof  “Ak Zambaklar Ülkesinde” adlı yapıtında o dönem Avrupası’nda futbolun gelişmesini şöyle anlatıyordu: “Napolyon yirmi ulusun kuvvetlerini Rusya’ya karşı topladı. Moskova’ya kadar vardıysa da burada yok edildi. Fransa’ya güçsüz dermansız döndü. Napolyon’un savaşlarından çok yorulan Avrupa toplulukları, İngiltere’nin sürekli savaşların baş sorumlusunu (Napolyon’u) yakalamasından memnundular. İngilizler’in yenilmez enerjilerinin önünde saygıyla eğiliyorlardı. Avrupa gençliği kendilerini İngiliz sporlarına, bu arada İngiliz sporlarının en kaba biçimi olan, bir topu tekmelemekle oynanan futbola vermişti. Futbol din gibi birşey olmuştu. Ondan çok zevk alıyorlardı. Onu bir bilim, bir sanat durumuna getirdiler. Futbol bütün bir kuşağın düşüncelerini,gözlerini kaplayan garip bir tutku olmuştu.”
   Tarihsel bir döneme “Güneşi Batmayan Ülke” olarak damgasını vuran İngiliz emperyalistleri tarafından sömürge ülkelerine taşınan futbolun yaygınlaştırılmasındaki temel etken kuşkusuz yalnızca eğlenmek, oyalanmak değildir. İngiliz emperyalistlerinin ideolojik araçlarından biridir futbol. “Asılacaksan İngiliz Sicimi ile Asıl” yaklaşımı, “Oynayacaksan İngiliz Gibi Oyna” olarak kendisini futbolda ortaya koyuyordu. İngilizler için şekil değil, sonuç önemliydi.
   Emperyalist kapitalistlerin kitleye yaklaşımını sporun içeriği çok açık ortaya koyuyordu. “Güçlüler ayakta kalmalı, zayıflar ayıklanmalı”, daha başka bir deyişle “itaat etmeliydi.”

           Finans Kapitalin Sporu

   Günümüz sporuna finans kapital damgasını vurdu. Zaten kirli olan spordaki ilişkiler iyice kirletildi. Yeşil çuhalar yeşil çimlerden daha da önem kazandı. Şike, kumar, siyaset, doping, mafya, şiddet, küfür vb. illetler sporu bütünüyle kuşattı. Oyundan spora büyük bir yabancılaşma yaşandı. Oyunla bütün bağlarını koparan ve vahşi kapitalizmin ideolojisiyle sarmalanan spor, metalaştırıldı. Sporcular da şovmenleştirildi. Spor oyun, sporcu da oyuncu olarak kalamadı; Oyunla sporu eşitlemek olanaksızlaştı. Arenalar postmodern bir tapınağa dönüştürüldü. Spor kitleleri avutmada, uyutmada dini bile solladı.

   Çocuklar, gençler en doğal hakları olan oyun alanlarından yoksun bırakıldı. Oynayamayan, yalnızca seyreden bedensel ve ruhsal açılardan sağlıksız bir nesil yaratıldı. Spor kazanç hırsını yaydı. Gençlere sporla köşeyi kestirmeden dönme umudu aşılandı. Bireysel kurtuluş umuduyla spora sarılan apolitik bir gençlik oluşturuldu. Gençler tembel öğrenci, kaytaran çırak olarak gelişme çağını tüketti ve entelektüel açıdan çok geri kaldı. Dönen spor çarkı özgürlüğü değil, sömürüyü yeniden üretti durdu. Frankolar Salazarlar (3F’ler) unutturuldu. Finans kapitalin spor arenalarındaki “Çağdaş Gladyatörlük Düzeni” tartışılmaz bir tabu yapıldı. Estetik bir ameliyatla masumiyet maskesi takılan spor; Sağlık, eğitim ve üretim ilişkilerinin dışına itildi.

   Yaşam kalitesinde Türkiye’nin benzeri Avrupa ülkeleri karşısında geri kalmasında sporun da önemli rolü vardır.

   “Yaşam” ve “sağlık” konusunda Türkiye’nin durumunu en ileri ülkelerle değil, aynı “küme”de bulunduğumuzu varsaydığımız, on iki Avrupa Birliği ülkesi ile kıyaslamalıdır.

    “Renk körlüğü” “kent aşkı” sürekli körüklendi ve sporda taraf olması gerekenler de fanatik taraftar olarak bu kervana katıldı. Sınıf bilinci arenalarda geri plânda kaldı. Sınıftan yana olduğu savında olanların spora yaklaşımları da bilimsel değil, tepkisel oldu. At yarışları, İddia, Spor-Loto, Spor-Toto ve benzeri sözde şans oyunları, özde kumar tutkusunu ön plana çıkardı. Yerli yabancı sporcu transferleri, ligin falına bakılması aydınların da uğraşları oldu. 12 Eylül döneminde futbolun iç politikaya dönük işlevinin tamamlandığı, spora ve özellikle futbola büyük yatırımlar yapıldığı görülemedi. “Politika tatile çıktı, yaşasın futbol” söylemiyle yazarlar, çizerler, sanatçılar, edebiyatçılar ve hatta sendikacılar tribünde yerlerini aldılar. Ve biraz da ‘entelektüel solun’ üzerinden “spor, imtiyazları eşit bir kamusal alandır” masalı kitlelere yayıldı. Spor ortamı bütünüyle Üç Maymun’u oynayanlarla oynatılanlara kaldı.

      Patronların, Şirket Kulübü Yerine Kitle Kulübü Tercihi

   1950’lerden itibaren ağızlarda sakız yapılan “futbolda çağdaşlaşma, kulüplerin şirketleşmesinden geçer” tekerlemesi nedense bugüne kadar ağırlıklı olarak yaşama geçirilemedi. Bunda en önemli rol kuşkusuz kulüpleri yöneten ağalarındır. Yönetime seçildikleri andan itibaren gizli-açık, özel işlerini yönetici kisvesiyle güven içinde yürüten işadamı yöneticiler, şirket kulübü olmak yerine kitle kulübü olmayı yeğlediler. Böylelikle kulüpleri yöneten patronlar, hem geniş tanıtım olanaklarına kavuştular, hem de paracıklarını riske atmadılar. Kendi özel işlerini verimlilik ve kârlılık prensipleriyle yönetip, holdingleşen bu patronlar, yönettikleri kulüplere bu anlayışlarını taşımadılar, yönettikleri kulüpleri borç batağına attılar.
   Kitle kulüpçülüğü uygulamasının sermayeye daha çekici gelmesinin ardında şu gerçekler yatmaktadır: Spor etkinliklerinde kamu yararı gözetiliyor iddiası ortalığı tozu dumana katmakta, sonuçta patronlar belediye başkanlarını, valilikleri, emniyet amirlerini kolayca devreye sokarak şahsi işlerinde kullanabilmektedir. Şu anda Türkiye Profesyonel Ligleri’nde yer alan kulüplerin yönetimleri ya doğrudan belediyelerin sırtında, ya da dolaylı olarak belediyelerin sorumluluğundadır. Nereden, nasıl, neyin karşılığında sağlandığı belli olmayan, büyük ölçüde kayıtlarda belirtilmeyen ekonomik olanaklar, gerek transfer ve gerekse tüketim, adresi belli olmadan bazı kişilerin hızlı ve yaygın tanıtımları için kolaylıkla çarçur edilmektedir.  Türkiye’de kulüp kasasıyla yöneticilerin cepleri birbirine karışmakta, bu arada hatırı sayılı miktarda dolara duş yaptırılmaktadır.
  

   Transfer mi Köle Ticareti mi?

   Sanılanın aksine, Türk futbolu gelişmedi, yalnızca tekelleşti ve yabancılaştı. Transferde dönen baş döndürücü rakamlar tavan ile taban arasındaki uçurumun giderek derinleşmekte olduğunun açık kanıtıdır. Gerçekte, transfer adı altında sporcuların sadece emekleri değil, kendileri de pazarlanmaktadır. Futbolcu döktüğü terin karşılığını belirleyen tartışmaya özgürce katılamamaktadır. Daha da doğrusu futbolcu örgütsüz olduğu için, yönetici ile masaya eşit koşullarda oturamamaktadır. Köle pazarındaki uygulamayla, futbol emekçilerinin alım, satım, kiralama işlemleri büyük benzerlikler göstermektedir. Transfer yönetmeliklerinde sporcuya çalışacağı işyerini bile özgürce seçebilme yolunu tıkayan bir sürü engel bulunmaktadır. Yürürlükteki yasalar ve yönetmelikler, sporcunun özgür bir birey değil, sadece meta yani “mal” olduğunu ortaya koymaktadır. Kulüp ile futbolcu ilişkisi, işçi ile patrondan çok, efendi ile köle arasındaki ilişkiyi anımsatmaktadır. Kesin gerçek şudur ki, yasal süresi belli olmayan futbol emekçisinin geleceği, yöneticilerin iki dudağı arasındadır. Kısacası günümüzdeki transfer uygulamasının en iyi tanımı “meslek yaşamının herhangi bir aşamasında nerede, kiminle çalışacağı konusunda her türlü söz hakkının futbol emekçisinden esirgenmesini amaçlayan bir kısıtlayıcı ağ” şeklinde olanıdır.

   Modern sıfatlı sporlar başlangıçta egemenlerin uğraşı oldu. Egemenlerin sınıfsal çıkarları gereği sporu işçi ve emekçi sınıflara yayma girişimleri, önceleri işçi sınıfının önderlerince sert tepkiyle karşılandı. İşçi önderleri sporu bir “Truva atı” olarak değerlendirdi. Sınıf mücadelesinde burjuvaların avantaj yakalayacağının bilincine varan işçi ve emekçiler, İsveç’de 1891 yılında yayımladıkları işçi gazetesinde spora karşı tepkilerini, şu sözlerle dile getirdiler: “Spor, iş ve çalışmanın kötü bir taklididir. Bu nedenle de toplumun tembel ve üretime katılmayan kesimleri tarafından uygulanır, onlar tarafından el üstünde tutulur. Bu niteliğinden ötürü sosyalist devrim, spor etkinliklerine son vererek, bu çöküntü dönemini kapatacaktır.” Yine 1912 yılında İsveç Sosyal Demokrat Gençlik Dernekleri Federasyonu, yayımladıkları bildiride spordaki şovenist gelişmelerin altını çizerek şu görüşlere yer verdi: “Sosyal Demokrat Gençlik Kulüpleri’nin görevi, bu kötü spor ilgisine karşı savaşım vermektir.”

   Özellikle sporun günümüzdeki şövenist anlayışına karşı çıkmak başlıca sorunumuz olmalıdır. İşçi sınıfı hareketinin amaçladığı ekonomik ve sosyal devrim, ancak halk sağlığı sorununu çözebilir. Almanya ve İskandinav ülkelerindeki işçi önderlerinin “burjuva uğraşı” tespiti ile spora karşı aldıkları tavır sporun işçi sınıfı saflarında yayılmasını engelleyemedi. Bunun üzerine işçi önderleri tavır değiştirerek “Spor bir halk hareketine dönüşmüştür. Kapitalist sistem sürdükçe spora sosyalist bir öz vermek olanağı yoksa o zaman işçi ve emekçiler sporda ayrı örgütlenmeye gitmelidirler” tezini savunmaya başladılar. Bu tarihsel yanılgı ve teslimiyetin sonunda sadece Almanya’da işçi spor kulüplerine kayıtlı işçi sporcular kolaylıkla SA’ların hedefi oldular. Azımsanmayacak sayıda işçi sporcu SA’lar tarafından katledildi. Sözün özü, emekçiler spora karşı çıkmakla ya da sporda ayrı örgütlenmeye gitmekle spor ortamında var olamadı.


    Sözün özü, Spor arsada güzel ve temiz, borsada çirkin ve kirlidir!

   (Spor emek-sen) 

Spor Emek-Sen Amacı



   Türkiye’de spor denince akla futbol, futbol denince de akla parmakla sayılabilecek sayıda elit futbolcu gelmektedir. Sermayenin uydurduğu bu sahte ortamda sporcuların örgütlenmesi ise, gereksiz görülmektedir. Oysa trilyonlar kazanan elit futbolcularla, spor emekçilerinin genelini özleştirmek, sermayenin sınıf çıkarları gereği ortaya koyduğu bilinçli bir propogandadır. Bu durum spor ve sporcu gerçeğini yansıtmamaktadır.

    Sporcuların gerçek durumundan yola çıkan ve emeğin öncelikli değer anlayışını benimsemiş, şimdilik bir avuç spor emekçisi  sistemden kaynaklanan ve yüzbinlerce spor emekçisini içine alan spordaki sömürgeye son vermek amacıyla sporda örgütlenerek Devrimci Spor Emekçileri Sendikası (Spor Emek-Sen)’nı kurmuşlardır.

   Spor Emek Sen’in spora ve sporcuya ilişkin görüşleri ve bu alandaki mücadele biçimi şöyledir. Günümüzde spor bir oyun değil, sporcular da oyuncu değildir. Oyun spora bir dizi kural bırakmış, sermaye oyunun kurallarını vahşi kapitalizmin rekabet ideolojisiyle kuşatıp metalaşan bir spor sektörünü ortaya çıkarmıştır. Spor çok açıktır ki oyuna dayalı zeminini yitirerek katıksız bir işe dönüştürülmüştür.

   Spor, sosyal alan içinde bir eylem biçimi olarak ele alınmalı, sporcular da bu sosyal alanın içinde değerlendirilmelidir. Çalışma (emek) ile spor karşılaştırıldığında sporun bir iş kolu, sporcunun da emekçi olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Oyun, amacı kendinde olan dış bir amaca hizmet etmeyen bir eylem biçimidir. Çalışma(iş) yaşamımızı devam ettirmek için sürdürülmesi gereken bir çabadır. Sporcu kesinlikle oyuncu değildir. Spor; sporcunun ekmek parasını kazandığı ya da kazanabileceği varsayımıyla tüm gününü spora adamak zorunda bırakıldığı bir eylem biçimidir.  Kısa ve net: Sporcu, mesleği spor olan kişidir. Sporun kendi kendinin amacı olmadığı, aksine modern üretim tarzının bir sonucu olduğunu kavramak, bir anlamda sporu kavramak demektir. Günümüzde sporcu, spor kurumlarında lisanslı spor yaptırılan veya bu iş yerlerinde çalıştırılan “spor işkolundaki” işçilerdir. İster amatör ister profesyonel sıfatlı olsun, tüm sporcular aynı işi yapmaktadırlar. Bu nedenle tüm sporcuların sosyal güvenlik hakları vardır. Ülkemizde profesyonel sıfatlı sporcular, sigortalı ama sosyal güvencesiz; amatör sıfatlı sporcularsa, hem sigortasız hem de soayal güvencesiz çalıştırılmaktadır. Ayrıca sporda güvencesiz çalıştırılan teknik direktör, antrenör, masör, malzemeci, hakem, gözlemci, saha komiseri, kaloriferci, elektrikçi, sağlıkçı vb. spor emekçileri bulunmaktadır. Tüm spor emekçileri sosyal güvenlik sistemi içine alınmalıdır.

   Durum böyleyken, spor emekçileri düzenin egemenleri tarafından iş kanununun emekçilere sağladığı olanaklardan bile yoksun bırakılmaktadır. Oysa ki spor emekçileri çok ağır koşullarda bedensel ve ruhsal olarak yıpratılarak adeta yarış atına dönüştürülmüştür. Bu nedenle sadece iş kanununun sporculara uygulanması yeterli değildir.

   Kapitalizm insanları daha yüksek kapasitelere yönlendirmektedir. Rekabet ideolojisi spora da damgasını vurmuştur. Sporcudan bekleneni Modern Olimpiyatlar’ın kurucusu Baron Coubertin; “Daha hızlı, daha yükseğe ve daha güçlü” olarak özetlemiştir. İdolleşmiş bir sporcu ya da takım, beklenen kapasiteyi ortaya koyamadığı anda, spor kamuoyunun tepkisiyle karşılaşmaktadır. Durum böyle olunca verimliliği ve kapasiteyi artırmaya yönelik çalışmalar, bilimin de devreye girmesiyle sporda tam gün çalışmayı gerektiren özel uğraş alanı yaratmıştır. Bu anlayışın içinde sporu zaafla, tereddütle, isteksiz yapmanın kesinlikle bağdaşır yanı kalmamıştır. Sporda en üst düzeydeki verimlilik, yani rekor ya da şampiyonluk tek hedeftir. Bu hedef sporcuya ne pahasına olursa olsun kazanmayı dayatmıştır. Sporcudan bedensel kapasitesini rasyonel ve temkinli kullanması değil, zorlaması hatta giderek vücudundaki yaşamsal rezerv kapasitesini devreye sokması istenmektedir. Spor yapmak, toplumsal verimlilik beklentilerine yanıt verebilmek için, kapasiteyi ve verimliliği en üst düzeye çıkartmak demektir. Bunun karşılığı ise tam gün mesaisi olarak kabullenilebilir. Spordaki kapasite ve verimlilik ilkesi, amatör, profesyonel ayrımının aldatıcılığını ortaya koyar. Bir sporcunun tüm gününü spora verme zorunluluğu maddi desteği zorunlu kılar. Sporcu masa üstünden destekleniyorsa profesyonel, masa altından destekleniyorsa gizli profesyoneldir. Amatörlük ve centilmenlik burjuvazi tarafından tarihe gömülmüştür.

   Sözünü ettiğimiz gerçekler doğrultusunda, spor emekçilerine yönelik “özel bir spor iş yasası” çıkartılması Devrimci Spor Emekçileri Sendikası’nın birinci hedefi ve temel görevidir.
   
Sendikamız öncelikle “Spor İş” yasasının çıkartılması için mücadele edecektir.                   

            



6 Nisan 2012 Cuma

Üç Maymunu Oynayanlar ve Oynatanlar...



   Spor evrensel bir olay mıdır; yoksa tarihsel bir olay mıdır? Bu soruya kestirmeden sporda kazananlar için evrensel, sporda kaybedenler için ise tarihsel bir olaydır denilebilir. Şimdi sesli düşünelim, spor , sanat, kültür vb. gibi doğrudan üretici olmayan etkinliklerin tarih sahnesine çıkabilmesi için hangi ön koşullar gerekli idi?

   Avcılık ve toplayıcılıkla tam gününü yaşam kaygısıyla geçiren toplulukların spora, sanata, kültüre ayırabilecekleri zamanları ve takatları olabilir miydi? Kuşkusuz olamazdı. Çünkü bu topluluklarda üretim fazlası ve üretim fazlasına el koyan sınıf daha ortaya çıkmamıştı.

  Bu gerçeklerin ışığında tarihsel süreç irdelendiğinde spor etkinliklerinin köleci toplumla birlikte başladığı öne sürülebilir. Bir başka deyişle sporun tarihi aynı zamanda sınıfların da tarihidir. Köleci toplumda, spora ayıracak boş zaman lüksü efendinin tekelinde olduğundan, tarihin ilk sporcuları da onlar oldular.

   İlk olimpiyatlar efendiler arasında bir gövde gösterisi idi. Eski olimpiyatlarda şampiyona verilen ödül, hafızalara kazındığı gibi sadece bir zeytin dalı ile sınırlı değildi. Amatörlük efsanesi de içi boş bir kavramdı. 

   Olimpiyat şampiyonu adeta yeni bir servet sahibi oluyordu. Olimpiyatlarda büyük ödül yüz amfora dolusu zeytinyağı idi. Şampiyon kazandığı ödülü nakde çevirdiği anda Atina’da çok lüks bir ev satın alıp, ayrıca altı tane köye sahip olabiliyordu.

   Feodal toplumun sporcuları efendiler değil, efendileri adına ölesiye dövüştürülen köleler, yani gladyatörlerdi. Kanlı Roma arenalarında yaşanan dramatik öyküler, birçok filmin konusu olarak bu günlere de taşındı.

Peki, insanlık sporsuz bir dönem yaşadı mı? Evet; İnsanlık sporsuz bir dönem yaşadı. İşte bu nedenle biz sporun evrensel değil, tarihsel bir olay olduğunu öne sürmekteyiz. Karanlık çağ diye anılan dönemin egemeni kilise, iktidarı boyunca sporu yasakladı, sporu günah saydı. Çünkü kilise, kendi iktidarını riske atacak hiçbir bedensel çalışmaya çıkarları gereği izin vermiyordu.

   Bu durum, kilise iktidarının yıkıldığı 19. yüzyıla kadar sürdü. Burjuva demokratik devrimi aynı zamanda sporun da yeniden tarih sahnesine çıkmasını sağladı. Bu dönemde kapitalist sanayinin laboratuarı sayılan İngiltere, aynı zamanda sporun beşiği oldu.

   Modern spor, zafer yürüyüşüne İngiltere’de başladı. Spor organizasyonlarında en büyük sıçrama 1871 ekonomik buhranının hemen ertesinde gerçekleşti. O dönemi Amerikalı bir yazar şöyle anlatıyor: “Bunalım yıllarında spor çok geliştirildi. Sporcu ve seyirci katılımlarında büyük artışlar sağlandı. Spor aracılığıyla çökük moraller onarıldı.”
   Spor tarihinde ilk profesyonel sporcu ve takımların, bunalımın en fazla kendini gösterdiği kömür ocakları ile fabrikalardan çıkması, sporun buhranı gizleyen önemli bir araç olduğunun göstergesi değil mi? Spor camiasının devlerinden Spalding’in yalnızca ilk spor kulübünü kurmakla yetinmeyerek, beyzbol ligini örgütlemesinin ardındaki gerçek nedir? Kuşkusuz öncelikle, spordaki gelir ve kâr potansiyeli sermayeye çekici gelmişti.
   Kulüpleşmek, büyük stadyumlar yaptırmak kitlesel ilgiyi arttırıp, örgütleyerek para kazanmak, sermayenin iştahını kabartan unsurlardı. Bu arada ortamın muhalif siyasetlere kapalı tutulması, sermayenin sınıf çıkarı gereğiydi.Bu nedenle din gibi, spora da siyaset dışı bir elbise giydirildi. Sermayenin spor siyaseti, “spora siyaset bulaştırılmasın” söylemiyle özetlendi. Bunun için daha o yıllarda spor kulüplerini kurma misyonunu fabrika sahipleri, sermayedarlar üstlendi. Araba üreten fabrikaların sahibi Henri Ford’un dediği gibi; daha çok araba satmak için, daha çok araba yarışı düzenlemek, bunu da basın yoluyla kitlelere duyurmak gerekiyordu.

   Basın devleri HEARST ve PULITZER devreye sokularak haber vermek yerine haber üreten “sansasyon satan sarı basın” yaratıldı. Spor geliştirildi, profesyonellik kökleştirildi. Spor denilen olay dev bir sanayi kolu olarak devreye sokuldu. Giderek sermayenin yönetiminde ve denetiminde küreselleşti.

   Günümüze damgasını vuran spor etkinlikleri, kapitalist rekabet ideolojisini taşıyor. Dünya Spor Tarihi incelendiğinde; ekonomik bunalım dönemlerinde sporun geliştirilip, emekçi kitlelerin boş zamanlarını, yani kendilerini yeniden üretecekleri zaman dilimini özgürce kullanmalarının nasıl engellendiğini çok açık görebiliriz.

   1871 ekonomik bunalımının hemen ertesinde modern spor etkinliklerinin, 1929 ekonomik bunalımından sonra 1930 yılında Dünya Futbol Şampiyonası’nın niçin devreye sokulduğunu anlamak kolaylaşır.
  
  --- Devrimci Spor Emekçileri Sendikası ---


(Yeni hazırladığımız bültenden, devam edecek...)

12 Mart 2012 Pazartesi

dün çöküntüsü

yollar düne odaklanır,
geçişleri engelliyor
dar sokakta geniş zaman
bahaneler kaybolmuş kargoda
ağladım bir başıma kahvaltıda.
her patlayan sahte bomba, 
uçurdu bir parçamızı uzaklara
şimdi bir memleket tutsak, 
inerler mi dersin buralara?
sığınak inşaatlarında gözlerim
kirişini kırdı
teke tek yaptığım yüzleşmelerin.
bir tarihin altında mahsur kaldı 
yalnızlık,
ki onunla hep beraberim.


"dün çöküntüsü"
j.ak
12.Mart.2012

8 Mart 2012 Perşembe

hücum faul

hesap kabarık geldi anılardan
cepler delik.
üstelik,
hızını alamamış yağmur
ve zamanın deresi birikmiş kapı önüne
tutkular sahaya terk edildiğinde,
sokaklar çapkın bakiresi
orada duran boş bira kutusunun
sağ ayağı durdurulsun
uçup giden çiğ kokusunun.
tahrip gücü yüksek  
savunma bombasının,
boş kovanında 
işçi arılar,
bir parmak bal çalar
açık sabahlara.
hesap kabarık,
cep delik, cepken delik...
bütün maçlar geceye kaldı
boş sokakların arsalarında
seyircisiz oynandı
formalar kuru
yok yere yaşanıyor
galibiyet coşkusu.
uçup giderken şimdi
güzelim çiğ kokusu...


"hücum faul"
j.ak
8.Mart.2012

5 Mart 2012 Pazartesi

zamanın biri

doksanların sonları
"belki de daha iyi anlıyorlar"dı
ben çekildi içimden
oradan beni, buradan bana 
bende hiç...
vakit tamam toplu taşıma için.
bir başıma yolda gücüm,
gücüme gidişlerde. 
kırmızı başlıklı şiirler ezberlemiş sevişim
infazımı başka zamana ertelemişim,
mekanları üstelik unutmuşum.
güneşlerde kurutma çabası aynılıkları,
oldum olası saçmalıktı
zamanlama nasılolsa, hep yanlıştı.
yağışlar 
ve toz kaymasıyla olmuş meğer, 
görünmez duvarların 
dış cephe sıvası.
en uzun sohbetler, 
en kısa halindeki 
gizli oturumlarında oldu 
o bozuk uykuların. 
ki sen anımsamazsın 
kollarımın kuvvetini
ve bilmezsin de üstelik
omuzlarımın nasıl da aşağı 
iniverdiğini.
centilmenlik dışı bir faul 
hiç işimiz değildi,
ama göremedin yine de sahaya atılan 
o yabancı maddeleri
ki boşver...

"zamanın biri"
j.ak
5.Mart.2012

1 Mart 2012 Perşembe

DEĞİRMENDEREM

yeten yıllarmış yetmişler dedim, güldük
dümdüz bir yol ve iki yüz elli gram ayçekirdeği
henüz tuzu gözlerimizde yokken hani
her çakıl taşı ayağın deymediği 
ve gözden kaçan her bir körfez esintisi
ayraç yerine konan keşifleri
kiraz güzeli kızların.
bedenler şimdi hicaz taksimler mağduru, 
birer kap muhallebi yiyeceğiz, 
vanilya yerine gülsuyulu
ne iyi etti bazı dostlar gelmekle,
iletişim araçlarının canları cehenneme.
bulur muyuz dersiniz ararsak, 
sarsak ve umursamaz arşınladığımız sahilin
şimdi olmayan sonunu?
cesaret sözcüğünü kullanmıyorum bile
sardunya mavilerim, kiraz güzellerim
yarınıydık,  dünü olduk değirmendere'nin .
kokusundan tanıdığımız kuşları vardı 
açık uçuk mevsimlerin,
ya da aklımda öyle kaldı
tadını özledim kaşığa çarpıveren lüferlerin...
yüzleri de yüreğimde, sesleri de 
bütün zayilerin
bir ara sesleyin bana unuttuklarımı
yaşlılığıma falan da yormayın gözyaşlarımı.
bir ara anlatın bana dostlarım
bahçelerin yirmi dört saat nöbetteki o ortancalarını
mesela bir `kim` süzüldüğünde yanağımdan 
anımsatın hemen adını...
lodos öyle bir girerdi ki
evlerin ahşap pervazlı camlarından,
saatlerden zifir, 
garnizon sinemasının
son servisinin dönüş sesi, 
rüzgârın geri vokali
ve göğe uzanan kıpkırmızı rafineri,
onun öylesine güzeldi ki o sessiz sesi
yalnızca biz duyardık, öyle değil mi?
anlatın dostlarım
olmayan bir yol yeter mi 
bir kese kağıdı ayçekirdeğine
ve bizim sahil mahcup mudur şimdilerde
karşı sahile gözüktüğü haliyle?


"değirmenderem"
j.ak
1.Mart.2012


"kiraz yürekli, kadın dostlarıma"

21 Şubat 2012 Salı

SIRT AĞRISI

kış güneşinde, düş yorgunu yağmurlar
damlarda gökkuşağı, saçakları yazdılar
damlaları buhar, ayları kayıp mevsimlerin
tarihleri yalnız mı dersin 
ah bugünlerin?
satır arası göçler, ciltlerde kayboldu,
bir maç daha güzelim, son dakika iptal oldu,
tribünler şehrî geçidiyken geminin
tüm renkleri memleket olmuş
eski elbiselerin.
renksizliğin bile çoktan değiştirilmiş adı
tutku ve yük denklemi, bir ters açı sorunsalı,
öncelikler ezip geçerken önem sırasını,
gölgeleri ağaçların ısıtıyordu şimdi 
o üşümüş, yalın ayakları...
aşk şimdi güzelim,
söyle, nereye kadar?
söz şimdi güzelim,
nereye kadar?


"sırt ağrısı"
j.ak
21.Şubat.2012

18 Şubat 2012 Cumartesi

KENTSEL ÖLÜŞÜM PROJESİ

gülüşü aktı bir damla mürekkebin
bir zamanlar en uzunu yazdı mevsimlerin
tesadüfler çarpıyor bir uğultuya
bu durakta sessizlik, sesli ezberim
en büyük mucizesi
sabahçı otobüsleriymiş şehrin
son şişesi herdaim fondipmiş gecenin.
sesleri ben olsam şu noktalama işaretlerinin
sağanağını ünlerdim Marmara Denizi'nin.


"kentsel ölüşüm projesi"
j.ak
18.Şubat.2011

17 Şubat 2012 Cuma

BENDEN OLMAYAN SESLER

bir şaşkınlık anında
yakaladım kendimi
kim çekmiş kim yönetmiş
anılarda o filmi
kapatmaya korkarsın,
izlemeye sahneleri
gizlemeye başlarsın hani
sansürlersin şeridi...
git aklım git buralardan 
unutkan bir yaş buldum ben
gözlerimde, bir şehrin artıkları
yapraklar örtermiş o çarpık dalları
ve kolları suya değer, 
ağartırmış saçları.
alışkanlık anında
yakaladım kendimi
sakınmadan severdim hani o geçmişi
aldanışlar deyiyor şimdi bütün camlara
güvenirmiş kimisi
gece oluncaya.
oysa hep karanlıkta 
eserdi o sert rüzgâr
bazı sesler duyuyorsam, 
benden değil.
sıcacık bir sinemada
izlemek kadar masummuş
geriye kalan sadece
bizden/izlermiş.
bağışıktı kaygılar, 
kaygısızlığa,
uzundu film aslında, 
kesitleriyse kısa
çözülmek istemez bazen
anıların şifreleri,
neyse onlar, bilirim ki
benden değil...


"benden olmayan sesler"
j.ak
17.Şubat.2012

13 Ocak 2012 Cuma

ULUSAL ŞUURU BİTİREMEYECEKLER!


Dün, akşam saatleri internet gazetelerine düşen habere göre, artık 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı kutlamalarını stadyumlarda izleyemeyeceğiz...

Haberin manşeti garip. Diyor ki 19 Mayıs kutlamaları iptal.
“Mili Eğitim Bakanlığı Orta Öğretim Genel Müdürlüğü, 81 ilin milli eğitim müdürlüklerine gönderdiği yazı ile 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı törenlerinde Ankara dışındaki illerde kutlamaların sadece okullarda yapılmasını istedi.” (Ankara-AA)

Bu haberin detayında ise kutlamaların TEKNOLOJİK(!) stadyumlarda yapılmasının daha uygun olacağından dem vuruluyor. Hem öğrenciler hem veliler bir “yük”ten kurtarılıyormuşmuş.

Şimdi haberin manşetini mi sorgulayalım, bu millete ifade ettiği kavramları mı hiç bilemedim. Ama neresinden tutsanız elinizde kalacak bir sürü saçmalığın, yine, sanki iyi bir şey yapılıyormuş gibi servis edilmesi ve Türk Ulusu’nun yine her zamanki gibi aptal yerine konmasıdır kabak tadı veren.

Birincisi o törenlerin adı 19 Mayıs kutlamaları değil. 19 Mayıslarımız, Atatürk’ü anma etkinliklerimizdir. Çünkü Atamız’ın doğum günü olarak kabul edilmiştir 19 Mayıs tarihi. Ulusumuz için bu tarihin anlamı ve önemi işte bu şekilde taçlandırdığımız büyüklüktedir.

Aylar önce 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’na alternatif kutlamalar düşünüldüğüne dair haber yayılmıştı. Demek alternatif kutlama dedikleri TEKNOLOJİK STAT KUTLAMALARI imiş. Gençlik ve Spor konusuna gelince ise demek ki hımbıl sümsük, uyuşuk ve topluca hareket edemeyen yeni nesiller yetiştirmenin hayaliyle yanıp tutuşuyor bu kararı verenler.

İptal,

Alternatif tören,

“Yükten kurtarmak”,

Stadyumlarda değil de okullarda kutlamak...

Vs.vs...

Yahu lâfı neden dolandırıp duruyorsunuz? Siz kimi kandırıyorsunuz?

Stadyumlarda Millî Bayramımızı kutlamamız YASAK EDİLDİ işte düpedüz!

Bir başka deyişle Atatürkümüz’ü Stadyumlarımızda devasa coşkular içinde anmamız YASAK edildi bizlere! Öyle okullarda kendi aranızda kutlayın işte diyorlar.

Zamanla onun da bir hâl çaresi bulunacaktır. Okullarda da yasak edilme bahaneleri sıralanacaktır. Bunun içinse en belirgin bahane, okulların eşitsiz kutlaması olarak gösterilecektir. Çünkü bazı(!) okullar bariz bir şekilde ders yoğunluğunu bahane ederek kutlamayacaktır ve diğer okulların buna çocukların üniversite yarışını bahane ederek bu eşitsizliği(!) ortadan kaldırmak isteyecekleri konusu eklemlenecektir, vs... Bu senaryolar günü geldiğinde bilahare sahnelenecektir tabii...

29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız deprem bahane edilerek kutlanmadı.

Şimdi 19 Mayıs’a Kurtuluş Mücadelemiz’in başladığı o güzel günümüze diktiler gözlerini.

30 Ağustos deseniz okullar tatil. Askerî törenlerin resmî geçitleri ile kafayı bozanlar olacaktır elbet. Ki son yıllarda haberlerde kırk saniyelik görüntülere hapsediliyordu koskoca Zafer Bayramımız...

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na gelince, adı bile ürkütücü geliyor olmalı bazılarına. Ulusal Egemenlik falan. Nasıl yani Ulusal?

Çoluk çocuk işleri işte demeyin. Ağaç yaşken eğilir. Ve düşmanlarımız bunun gayet farkındalar. Eminim ki 23 Nisan için de kafalarda binbir fırıldak dönüyordur. “Hava soğuk minikler üşüyüp hasta olmasınlar.” Gibi gayet masum bir bahane benim ilk beklediklerim arasında meselâ...

Ulusal Bayramlarımızla uğraşılmasının hizmet ettiği amaç bellidir. Halkın ulusal bilincine incir dikmektir tabii ki biricik sebep. Bu halkı ulus bilincinden iyice uzaklaştırıp yeniden tabâ haline getirmek istiyorlar. Sgk’ların özel sektörde millî bayram günlerinde önonay vermeleri, zaman içinde devlet kurumlarında da gündeme gelecektir ve bilin bakalım ne olacaktır? Dinî bayramlar artık neredeyse her yıl iki bayram dokuzar güne yayım yayım yayılırken, Millî Bayramlarımız, resmî tatil olmaktan bile çıkarılacaktır nihayetinde...

Şimdi bu haberde stadyum törenleri Ankara dışındaki illerimizde iptal edilmiştir deniliyor. Buraya kadar olan kısmı anladık da,

Benim aklıma takılan soru şudur;

İstanbul’daki Kuleli Askerî Lisesi ve Deniz Lisesi,

Bursa’daki Bursa Işıklar Askerî Lisesi,

İzmir’deki İzmir Maltepe Askerî Lisesi, 

Büyük şehirlerimizdeki medaar-ı iftiharlarımız Şanlı Ordumuz’un gözbebekleri olacak olan gençlerimizi o yüce görevlerine hazırlayan okullarımızdır.

Ankara dışındaki şehirlerde stadyum törenleri iptal edildi ise bizler bu çocuklarımızın 19 Mayıs coşkusunu nereden izleyeceğiz peki?

Onları gidip okullarında izlemeye kalksak eminim kendi ebeveynlerini alabilirler ancak izleyici olarak. Peki halk artık bu öğrencileri izlemekten mahrum mu bırakılacak?


Yanıt tabii ki bellidir. Evet mahrum bırakılacak!


Çünkü hesaplardan bir diğeri Şanlı Ordumuz'un Atatürk'ün ordusu olduğu gerçeğini gözlerden uzak tutmak istemeleridir. Askerî okullarda müfredat değişikliği istenmesinin asıl nedeni tam da budur zaten. Atatürk İlke ve inkîlaplarına bağlı yurttaş yetiştirmeyle alakalı madde Millî Eğitim'den nasıl KHK ile şıp diye kaldırıldıysa, aynı uygulama hem de müfredatlar değiştirilmek sureti ile askeri Okullar'da da aynen yapılmaya çalışılıyor. Ve ilk olarak da sanırım onlara reva görülen, Atatürk'ün doğduğu gün saydığımız Kurtuluş Savaşımız'ın başladığı gün olan 19 Mayıs gününü gözlerden uzak ve sessiz sedasız kutlamaları ve Atamız'ı da ha keza gözlerden uzak bir şekilde sessiz sedasız anmaları(?)dır... Bu gidişle Nutuk okumak da yasaklanır. Gözden uzak, gönülden uzak yani. Askerimiz ile iç içe olduğumuz, onların varlığı ile gurur duyduğumuz manzaralar gitgide uzaklaştırılıyor gözlerimizden...

Biliyorum ki bu yanlış hesaplar günün birinde dönecektir.

Ve ben eminim ki her fırsatta küçümsedikleri bu halk, oynanan bu talihsiz oyunu yüreğinin gücü ile tek yumruk olarak yine bozacaktır!

Millî Bayramlarımız’a yeni tarihler atmak durumunda  bırakıldığımızın farkında mısınız?!


Jale ALTUNEL
13.Ocak.012

6 Ocak 2012 Cuma

"LAN N'OLUYO!"

Hedefe ulaşabilmek için seçilmişlere ihtiyaç vardır.

Kullanım değeri ne kadarsa, aynı büyüklükte bir başka olayın üzeri bununla örtülür. Kaos, yapay gündemlerle tırmandırılır.

Bir gün İlker Başbuğ’u savunacağım hiç aklıma gelmezdi. Ancak tabii burada savunulan kişi değil kurumdur. Hedef Türk Ordusu’nun ta kendisidir. Neden? Daha büyük hedeflere ulaşmanın birinci koşulu budur da ondan.

Bundan iki yıl kadar önce bir arkadaşıma dış güçlerin günün birinde Memleketi postallarıyla çiğneyeceklerinden bahsetmiş ve Cumhuriyet’in bekâsı için bu demokrasicilik oyununa gelmememiz gerektiğini savunmuştum. Ne olmuştum peki tahmin edin. Darbeci olmuştum.

Albay Çiçek ve diğer tutuklamalara maruz kalan kişiler birer birer yem edilirlerken dut yemiş bülbül gibi susup oturan, onları adeta özel mahkemelerin savcılarına eliyle teslim eden İlker Başbuğ, Uludere’den sonra neler olabileceğini öngörebilmiş midir bunu bilemem. Ama öyle zannediyorum ki gidişatın bir parça farkında olanlar buna hiç şaşırmadılar...

Kimse uyanmayacak. Türk Ulusu kapitalizmin pençesinde, yeteri kadar aç ve yeteri kadar uyuşturulmuş durumdadır çünkü. Gidişatın farkında değildir ve yarı aç yarı tok yaşadığı dünyasında o minik krallığında Tv dizileriyle olsun hükümet tarafından düzenlenip servis edilen haberlerle olsun, futbolla eğlence programlarıyla olsun bir şekilde mutlu olmanın yolunu bulmuştur. Ne de olsa kadir şinas bir milletizdir biz. Azla yetinmesini kıta kanaat etmesini biliriz. (ki bu da apayrı bir yazının konusudur tahmininiz üzere) Gidişatın farkında olanlarınsa zaten yarısı ceza evlerinde, diğer yarısı da mutsuzdur...

İlker Başbuğ’un tutuklanması yine her zaman olduğu gibi bir taşla bir çok kuş vurabilmenin iyi sahnelenmiş bir oyunudur ki,


Birincisi hükümetin kendisini Uludere’den tamamen soyutlaması ve yanlış istihbarat olayını gündemin tamamen dışına atabilmesidir. (Farklı gündemlerle unutturma taktiği...)

İkincisi şanlı Türk Ordusu’nu halkın gözünde iyice küçültebilmek ve etkisizleştirmektir.



Üçüncüsü M.Ö. 209’da Metehan’ın kurduğu binlerce yıllık ordumuz ile terörü özdeşleştirmektir. Öyle demiyor mu PKK sempatizanı bölücü hainler zaten;  “işgâlci TeCee, terör örgütü TeSeKee!”  İşte alın size bu söylemi tamamıyla legal hâle getirebilecek bomba bir tutuklanma...






Dördüncüsü de Askerimizin Ordumuzun artık tamamiyle kılını kıpırdatamayacak hâle gelmesi ve en ufak bir hamlesinde içeriden bastırılabilmesinin önünün tamamen açılmasıdır...  (Burada müdahaleden kastım darbe değildir.)  

Ama tabii ki Nato için jandarmalığa devam etmesi şartıyla!  Yani askeri gücümüz Türk Milleti için değil, emperyalist çete için savaşacak hatta ölecek. Şimdi de durum farksızdır aslında ama daha da sindirmeyi uygun gördükleri besbellidir...


Emperyalist devletlerin işi bittiğinde kendi yetiştirdiği figürleri nasıl tarihe gömdüklerini biliyoruz. Kullan ve at mantığıyla işletilen bu dahiyane sistemde, lider konumundaki figürlerin biribirilerine kırdırılması da sözkonusudur.

Amerika ve İsrail, Uludere’yi biliyordu, öyle ya istihbaratı verenler onlar. Ve Uludere’den sonraki hamleyi de. Başbuğ’un tutuklanması satranç tahtasında şaha giden önemli bir figürdü. Vezirdi yani. Şimdi şahlardadır sıra. Şahbaz olacakları gün yakındır yakın olmaya ama geride aslolan koskoca bir Türk Milletidir yani bizizdir bizi ilgilendiren.


Seksen darbecilerinin cirit attığı e-mutıra verenlerin özel araçlarıyla gününü gün ettiği bir dönemde sen tut İlker Başbuğ’u tutukla. Seksen darbecilerinin palazlandırdığı bu siyasal islâm ve onun kurduğu hegamonya Büyükanıt’a da Cumhuriyet mitingi arefesinde ekmeğine sürdüğü yağdan dolayı dokunamaz. Hatta ilişemezdi diyelim.


İşte beşinci ve “mış gibi yapılmaya”  katkı  sağlayan büyük gayretin adresinin de adı belli oluyor böylelikle. Hani şu referanduma darbeciler yargılanacak inancıyla “evet” diyen şaşkın tatlı su solcuları varya, onların ağzına da böylece bir parmak bal çalınmış oluyordu işte... Abzürt filmlere konu olabilecek kadar komik bir senaryo.

***

Ne memleketmiş şu bizimkisi gözünü sevdiğim, oy oy bitmiyor altı. Herkes herkese düşman, her kurum her kurumla bir hesap peşinde. Millî irade şaşkın, keserin sapı kimden tarafa dönükse canhıraş bir hesaplaşma silsilesi ki mide bulandırıcı...


Adeletin bu yüzden azı fazlası olmaz. Ondan yanası bundan ötesi olmaz. Ötekine şu kadar adelet berikine bu kadar adalet olmaz. Çünkü adalet herkese lâzım.


Günün birinde AKP’ye bile lâzım. Bunu herkes iyice not etsin bir kenara.


Bu olaya asla şaşırmadım. Şahıs adına üzülemedim. Ama sevinmedim de pek tabii. 

Kişiler gelip geçicidir zira. Kurumlarsa binlerce yıl ayakta kalmayı başarabilmiş midir? Evet.


Birincisi Türk Milleti Devletçilik geleneğinden gelir.


İkincisi Şanlı ve Ulu Ordumuz, binlerce yıllık bir ordudur. Yüz yüzelli yıllık iğrenç senaryolara yem olması asla söz konusu bile olamaz. Buna sevinen şapşalların bu büyüklük karşısındaki pul boyutlu aciziyetlerinin farkına varmalarını, silkinip kendilerine gelmelerini  salık veririm.



Bu Ulus ise Kuvaa-i Milliye ruhuna sahip dünya üzerindeki yegâne ulustur ve bazılarının uyuşmuş sandığı halkın ise “lan n’oluyo” eşiğine geldiği zaman neler yapabileceğini tüm dünya defaatle görmüş, hâlâ daha midesine oturanları sindirememiştir bile...

İstedikleri oyunu oynasınlar bakalım, kendileri çalıyor kendileri oynuyorlar nasıl olsa.

Bu halk zamanı geldiğinde “LAN N’OLUYO” diyecektir.  









JALE ALTUNEL