“İdealler kovalarken peşlerinden,
ezip geçtiler üzerlerinden…” sesleriyle uyandım gördüğüm kâbustan.
Sorumluluklar, belli bir seyirde yol alırken üst üste binen tülden giysileri olur hayatımızın farkında bile olmadan. Sosyal hayatın olmazsa olmazı, tabii ki o çarkın içinde ne kadarlık bir kısmınızın yer aldığıyla da az çok ilişkili bir durumdur bu. O katmanların çokluğuna göre şekillenmekse, bilinçli ya da bilinçsiz tercihlere ve kararlara göre gerçekleşir.
Doğar doğmaz ilk bilinçli gülücükle başlar karşılık algısı ve istenen şeylerin yaptırımında ağlamanın oynadığı rolün keşfi. Doğar doğmaz cinsiyete göre renkler olur giydirilen, koşullara göre de hayata kaç sıfır galip ya da mağlup geldiğinizdir sizi asıl bekleyen.
Bütünüyle edilgen bir hayata doğurduğumuz çocuklarımız gibidir çıkarsayabildiklerimiz de. Ne var ki göz göre göre sahipleniriz. Çünkü sahiplenmek bizi biz yapan(!) en önemli gerçektir(?). Paranın aldırabildiklerinden tutun da, şiirler yazdıran duygulara kadar. Unvanları, renkleri, takımları, partileri, siyasi görüşleri ve sevgileri… Kapitalist sistem insan doğasındaki bu psikolojik hazır bulunuşluluğu bütün dayatmalarında “kullanır kullanır bitiremez…”
Hayal gücüne getirilen sınırlamalar da sistem gerçeklerinden nasibini almıştır. Anne de artık hayatın içinde çalışmak ve üretmek durumunda olacağından okula gidip sosyalleşme yaşı git gide ufalmıştır.
“Yedi çok geç”tir(!)
Düşününce gerçekten de yedi çok geç! Büyük kızıma dört yaşındayken büyüyünce ne olmak istersin diye sorduğumda bana “gitar” olacağım demişti. İşte bu “hayal gücüdür” ve sistem çocuklarımızdan bunu da çalmanın peşindedir. Neden gitar olacağını sorduğumdaysa bana “çünkü sesi çok güzel” demişti… Onu gereğinden erken okula yollasaydım muhtemelen o yaşta bir çocuktan “doktor”, “hemşire” gibi bir mesleğin adını duyacaktım.
Zaman zaman sosyal atalet insana bir çocuğun hayal dünyasından da geniş düşünebilme imkânları sağlayabilir. Hayatımda bunu hep sevmişimdir sosyalliğimi de sevdiğim kadar…
Ancak en başa dönecek olursak seçimlerimiz ve tülden katmanlarımızın çokluğuyla paraleldir bunu doya doya yaşayabilmek ya da asla yaşayamamak. İşte sorumluluklar burada başlar korkutucu olmaya ve olmadık elbiseler giymek durumunda kalırsınız.
Hayat, kapitalizmin yarattığı “nimet”(!) lerine gark eder sizi ve okula gidersiniz, eğitiminizi tamamlarsınız. Askerliğinizi de yaparsınız. Her şey tamam mıdır? Ailenin mürüvvet beklentileri eşliğinde eros aşk okunu saplar ve evlenirsiniz. Aile denen o kurumun birer hizmetkârı olmuşsunuzdur artık. Bir ev vardır ve o evin geçiminin sağlanması gerekmektedir. Bununla biter mi peki? Hayır, çocuklar ailenin olmazsa olmazı, o kurumun sağlamlaştırıcı öğeleridir. Hayır ben bu dünyaya çocuk getirmek istemem diyenler ve bunu uygulayabilenler çıksa da on binde ikilik üçlük değerlerini korurlar. Büyük bir çoğunluk içinse geleceğe miras bıraktıkları genleri; yavruları için, yeniden başlar hayattaki yolun seyri. Farklıdır artık her şey. Öncelikler değişmiş, hayata ölene değin bir ara verilmiştir.
Çocukluk arkadaşımın ikiz bebekleri olacağının haberini aldığımda hem çok sevinmiş hem de bir parça hüzünlenmiştim. Ona “duruşundan ödün vermek zorunda kalmamanı dilerim” demiştim. Yirmi yıldır rock müzik yapıyor ama gerçek anlamda rock müzik yaptığı için reklamın, sponsorun ve televizyon denilen komikliğin içinde yer almamış ve sadece yaptığı albümlerle söylemiştir söyleyeceklerini. Bilenler gider albümünü alır, bilmeyenlerse yoksun kalır. Hiç reklamı yapılmamış iyi bir kitaba benzetirim onu…
Ancak toplum geneline bakılınca neyi neden yaşadığına ve seçimlerinin bile gerçekte kendisinin olmadığına vâkıf insan sayısının çok az olduğu can sıkıcıdır maalesef. Beklentilerimiz hep yaşamsal ödünlerin dik bir duruşa karşı neden verilemediğiyle alakalı olarak kavgalara sevk eder söylemlerimizi. Tipik bir anne lâfıdır:
“çocuğun olsun da görürüm ben seni!”
Bu söz öbeğinin gerçekte ne anlama geldiği çocuk olmadan önce hep tahminler ile şekillendirilir. Gelin görün ki o sorumluluk en gerçek olandır. Bir insan çocuğu için her şeyi yapar çünkü. Hele memleketim gibi cahil bir kitlenin çokluğunda bu durum “her şey”in içine ilkel davranışları bile rahatça sokabilir.
Uyunan uykunun sekiz saatliğine kadar karar vermiş olan bir sistemin var ettiği damızlıklar gibi dayatılmış daha ne var ne yoksa nehrin seyrine kapılan bütün çer ve çöp ile beraber hızlıca akarken unvanlar, renkler, takımlar, partiler, siyasi görüşler ve sevgiler “olunur…”
Hep bir şeylerin değişmesini istiyoruz ama “kimse pozisyonunu ve rahatını bozmak istemiyor.”da takılıp kalıyoruz. Nasıl takılmayalım ki güzel bir kitap okurken:
“anneee bittiiii !!!” nidâsıyla bölünürsünüz?
Ya da onun kabakulak hastalığı dönemi ateş nöbetlerini beklerken kitabın neresinde kaldığınızı da unutursunuz. Ha ayraç mı tabii ki vardır ama konu uçmuş gitmiştir bir kere.
İşte hayatlar küçük krallıklarda bu seyirde akıp gidiyor koskoca bir çoğunluk için…
En cahil ve ilkelinden, en okumuş ve kendini bilenine(!) kadar.
Bu yüzdendir ki, düşüncelerini bölmekten uzak kalmış toplumlarda maalesef eylemek, söylemek ve hatta düşünmek; üniversite gençliğine ve aydınlara bırakılmış olup:
Bu yüzdendir ki, düşüncelerini bölmekten uzak kalmış toplumlarda maalesef eylemek, söylemek ve hatta düşünmek; üniversite gençliğine ve aydınlara bırakılmış olup:
“banane ben mi kurtaracağım memleketi” şekline bürünmüştür.
Ama aynı zihniyet iş ahkâm kesmeye gelince mangalda kül bırakmaz!
Ama aynı zihniyet iş ahkâm kesmeye gelince mangalda kül bırakmaz!
(karalama, kararlama, herkesçe bilinenler...)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder