10 Nisan 2011 Pazar

Beyaz Türkü

bak tozlar yağıyor üzerine
unutulanların
altın sarısına çalıyor parlak sesleri

konuşulmayanların.
hep bir ayağı aksıyor
şu günbatımlarının 

ve
soğuyor en sıcak mavi
gecenin öpücüğüyle...


bak, bahar dansları yapıyor
üç günlük düşünceler
ateşler mermi mermi
dansa ritm tutuyor.


ellerim,
aşiyanı olur
barış güvercinlerinin.
duyuyor musun?
kanatlarından
birer taş attılar denizlere
bembeyaz sesleri
dalga dalga yayılsın diye...
tozlar yağıyor üzerine tozlar
pürtelaş kanatların.

sönüyor yavaş yavaş
sahici karanlığım.

ellerim kuvvetli, 
emektardır ellerim.
boyamak isterler şimdi
karalanmış defterleri, 
kefen beyazlarına,
kefen beyazlarına...


"beyaz türkü"
j.ak
10.Nisan.2011

9 Nisan 2011 Cumartesi

Soru...

baş kaldıracakken bir soru,
ayağından
bir zincire vuruldu
yürüdü ve
sürtünmenin etkisiyle
yoruldu.
uykusuz, aç ve bitkindi
soru.
yol, ekinleriyken güvenin
biliyordu gideceği yolu.
oysa
sert bir ayaza saf durdu
ayağından zincirlenmiş
soru.
göç çığlıkları yaklaşırken
sıcak kuşlarının
aldandı ayazlarda kalmış
erik çiçeklerindeki
binlerce doğru...
ve yutkundu sadece
yorgun,
ayakları zincirlenmiş
çırılçıplak
bir soru...

"soru"
j.ak
09.Nisan.2010

7 Nisan 2011 Perşembe

Tozlu Raf...


harıl harıl ve bir solukta okundum.
sayfalarım koptu kâh,
kâh notlar düşüldü üzerime
altı çizildi dediklerimin,
her paragrafta mühürlendim.
tam ortama konmuşken  bir ayraç,
içyazılarına  yürek dolusu 
bir dem döküldü
şiirli yerlerimin.
eğip sayfalarımı hiç bükmeden,
sıcak bir meltem esintisine 
selam durdum
kurusun diye döne döne
şu hamurum...

bitene değin ellerinde,
en iyi dostun olabilmeyi 
umdum...
ama şimdi bilirim ki
tozlu bir rafındadır yerim
şehir kütüphanesinin.
bitti sonlu hikayelerim.

ne kadarına gelebildiysem
düşün evreninin,
o kadarımı alıp 
gittin benim...

"tozlu raf"
j.ak
07.Nisan.2011

Yalnızlık

sevgiye aç
bir bedenin
kucağını açmasıdır,
yalnızlık.
sonunda sarılır insan
son gayretiyle ona.
özgürlüktür çoğu zaman da;


"kanım kurumuş 

olur mu ki ölürsem,
cesedimi bulduklarında?"


o öyle bir özgürlük ki
parlak sulara çeken

büyülü geceler gibi:

- öğleden sonra boş musun?
- belki...


bir aşk yaşamak ister
bazen insan.
yanında bir can,
teninde bir ten.
konuşulmak
ve hatta umursanmak ister.
öyle ki,
es geçer bırakırsın
güzelim yalnızlığını...
tanımlarını hayatın,
ve hatta tüm duygularını
yeni baştan yaşarsın.
unutursun terk ettiğin
o en iyi arkadaşı.
ama birgün bakarsın ki;
aşk,
umursamıyor artık seni
duymuyor iç sesini
tutarsın işte o an
en derinine aldığın,
dipsiz nefeslerini
ve  dönüp
bir de bakarsın ki,
yalnızlık ardına kadar
açmıştır sana
kocaman gövdesini
gayet çıplak, samimi...

vefalı bir dost gibi,
yaslanırsın omzuna 
yalnızlığın,
anlatırsın tüm acizliğini
dökersin oluk oluk içini
o daima
sessiz ve usul 
dinler seni...

"yalnızlık"
j.ak
07.Nisan.2011

6 Nisan 2011 Çarşamba

Vals

Strauss'dan
bir vals var kulaklığımda
kıstım bir parça,
kararlı adımlarla
yürüyüp giden
ayaklarımın ritmini
bastırmasın diye
varlığıyla...

oysa
yüz metre öteden tanınır
soyunmuş bir şair
izinsiz ve çıplak
gezmeyi bilir.

hanımlar var, eski valslerinde
Strauss'un
dans ediyorlar şimdi
ortakulağımda sesleri kısık
bir-ki-üç, bir-ki-üç...
ve beyler,
fısıldarken beylik lâfları
kulaklarına
şık bir hamleyle
o eşsiz
eş değişimi yaşanıyor
on dokuzuncu yüzyılda.

oysa
hareket etmeksizin
tadına varılabilir bir müziğin
çünkü notalar
tam birleştiği yerinden gelir
akıl ve yüreğin...

yalın ayakları üşümüyor
ortak-ulağımın!
karanlık soğuğuna
götürdüğü  gümüş,
yalnızca parlayan bir ayna
sevgisi de nefreti de
kendi görüntüsüymüş,
müş...

"vals"
j.ak
06.Nisan.2011

5 Nisan 2011 Salı

İÇ SİN...

bir tarihten
bir biz sürüsü aktı,
yediklerimiz bir karar
aynı topraktı
kendi içtiğimiz
iki koca ırmak,
içirilense nifaktı.

derken bir pişirimlik
diyecek düştü dile
pişirildi ağır ateşlerde.
göz akından  yayılırken düşün,
tuzlu tatlı
ekşi ve acı diye
ayrılmıştı görünüşün...

her bir başka görüşün,
kuyusu kazıldı,
kuyular derinleştikçe
yankısından duyulmadı
tek tını.
hain  ve yalan gözlerden
nefret aktı.

eriyor koca orman,
bir değil,
bin yerinden.
vuruyor düşman.
çakılmış sabotaj ateşleri
karanlıklardan!

değerli taşlarıdır bu yurdun
kör kuyulara  tıkılan
yanmaz  haykırışlarıyla
kalem olup parıldayan...
ağaçlarımız var günahsız
yemyeşil ve yanmayan!
kökleri atlı birer süvari,
yağmur ormanlarından…

yıkayacak günün birinde
yağmurları gök kubbenin,
yıkasın!
alnımızdaki duman karası
yepyeni tarihlere ağarsın!
yağsın ki yağmur
taşsın kör kuyular,
yükseldikçe yükselsin
yazık dolu o yazılar...

İçsin bu topraklar
tertemiz yağmurları içsin
ki her karışı bu yurdun,
canlarımızdan 
iç sin!


"iç sin"
j.ak
05.Nisan.2011

4 Nisan 2011 Pazartesi

Linç

yokluğun;
en kalabalık haliyle
üşüştü bu kez 
üzerime...
ne nefesim yeter 
kaçıp gitmeye,
ne de yorgun ayaklarım...
adını hiç koyamadım
şu kalabalıkların,
kaç kişiydiler
sayamadım;
olmaz olası yoklukların.
üzerime çullandılar önce,
linç edildi aklım.
farketmeden onlar,
bir çift kanat oldu
umutlarım...
iğnelendiler sonra,
alt köşesine
soldaki boşluğumun...
ve kaçıp  gidebildi!
ve uçup
şiirler söyledi içinden
kapanmış dudaklarım
aklımda can çekişen,
o ölümcül
hasretlere...

"linç"
j.ak
04.Nisan.2011

2 Nisan 2011 Cumartesi

Neye Niyet, Neye Kısmet...

Memleket yönetmek deyince ne anlıyoruz? Bizim memleketimiz bugünlere kadar kimler tarafından nasıl yönetildi? Şimdi nasıl yönetiliyor? Seçim yarışlarında hangi  partilerin boruları ön planda solo ötüyor? Ya da hangilerinin borusunun ötmesine izin veriliyor?

Bu soruları herkes soruyordur. Yanıtlarını da üç aşağı beş yukarı biliriz. Peki biliriz de neden hâlâ daha bir türlü işin gerçeğine uyanamayıp ayılmayız ki şu tatlı uykularımızdan?

Emperyalizm nedir? Kapitalizm nedir? Medya kuruluşları neye hizmet eder? Halk neye itibar edip nelerin peşinde koşar? Sosyal adalet neyi gerektirir? Sermaye ve güç dengeleri çarkı nasıl çalışır?


Bu soruları da sorar sorar dururuz. Cevaplarını da biliriz. Ama hâlâ daha kurtuluşun bir partiye oy vermekle gerçekleşeceği yanılsamasını niçin yaşarız?

Türkiye borç batağına saplanmış durumda. Ve her yıl bu borç katlanarak çoğalmakta. Öyle bir hale gelinmiş ki artık, borçla, "borç faizi" ödemek durumuna gelmişiz. Borç faizi ödemek koşuluyla hem varolan borcumuz katlanarak büyüyor, hem de sağlık, eğitim, iş imkânı oluşturacak yatırımlar yapmak gibi halkın refahı için gerekli ihtiyaçlarımız karşılanamaz hale geliyor.

Bu durumdan çıkar sağlayanlar kimler peki? Bir avuç yabancı ve yerli tefeci!

2011 yılına şöyle bir haberle girdik, Türkiye'deki dolar milyarderlerinin sayısı on kişi artmış... Ne kadar güzel haber değil mi? Zenginlik gani memlekette. Peki fakirlik ne âlemde? Memleketin yarısı aç. Fakirlik de artmış yani. Ama öyle on kişi falan değil tabi takdir edersiniz...

Son bir haftadır şu kendisi basılmadan yayınevinin basıldığı kitabı tartışıyoruz ya hani. O kitabı internetten indirip okuyun arkadaşlar. Ben yarısını geçtim. Bilmediğimiz çok fazla şey yok içinde. Ama önemsiyorum yine de. Neden önemsiyorum? Bunların derlenip toparlanması bir emektir birincisi bu. İkincisi de cahil bir halkın dogmatik bilgileri nasıl baştacı edebildiği ve bu dincileşme hareketini emperyalizmin nasıl da güzel bir maşa haline getirebildiğini çok güzel anlatıyor "bir kez daha"...

                                                                            
                      

Korkulması hedeflendi demiştim. Bu sözümün arkasındayım hâlâ. Çünkü temelsiz iktidarlar güçlerini daima yarattıkları korku imparatorluğundan alırlar.

Nedir temelsiz iktidar? Halkı için hiçbirşey yap(a)mayan iktidar, temelsizdir. Yapmayan demedim, yapamayan dedim.

Sebep gırtlağa kadar borçlu olmaktır. Öncelik borç faizi ödemek olursa tabii ki hiçbir parti hiçbir şeyi halkı için yapamaz hale getirilir. Harcamalarınız ve bütçeniz daima öncelik borç faizlerini ödemeyi gerektirecek şekillerde ayarlanır. Hâttâ bu da yetmeyip bazı politik tavizler vermeniz gerekir. Bir anda anadilde eğitim tartışılır olur, bir anda andımız birilerinin gözüne batar. Türk sözcüğü lugatlarımızdan ve hâttâ anayasamızdan çıkartılmaya falan kalkılır...

                                                                              
                      

Bugün hepimiz biliyoruz ki medya Türkiye'de ve dünyada "en büyük güçtür." Kimlerin elindedir peki bu en büyük güç? Tabii ki büyük sermayedarların ellerindedir. Sermayedarların hedefleri nedir? Söyleyeyim, sadece paralarına para, güçlerine güç katmaktır. Sıcak paranın kesilmesi işlerine gelir mi peki? Tabii ki bu hiç de istemedikleri bir durumdur. Cevap "Hayır." O halde büyük sermaye gurupları dediğimiz yerli kapital, emperyalizmin neyi olmak durumundadır? Tabii ki UŞAĞI!


Medya halkı herdaim bu doğrultuda yönlendirmek zorundadır. Ve büyük tiyatro, her zaman halka bu şekliyle oynatılır.

                                                                                  
                         

Ancak ne var ki halk aptal değildir. Bu durumu anlayabilir. O zaman başka birşeyler gerekir ki halk, parasızlığını eğitimini, sağlığını, refahını değil de  başka şeyleri düşünsün. Neleri düşünsün mesela? Mezhepleri düşünsün, etnik kimlik siyasetiyle soslanmış ayrıştırmaların yanlısı olup, birbirini yesin, hiç bir parti emperyalizme ve kapitalizme karşı olmadığı halde vatandaş bu partilerin birbirinden farklı olduğunu sanarak sağda solda partizanlık yapsın, ha bütün bunlar yetmiyorsa, o zaman imdada tv. dizileri yetişsin ve halk bir ağızdan sorsun "fatmagül'ün suçu ne?" ya da halk en ucuza nerede hürrem yüzüğü satılıyormuş bir koşu gidip alsın!

Kafa karışıklılığına hiç gerek yoktur oysa. Borç gırtlağa kadardır. Çözüm partilerde değil, tek tek insanlardadır. Herkes bilgilenecek, bilgilendiğiyle kalmayıp etrafını çekip çevirecek, bu borç ödenerek bitmez diyebilecek idareciler çıkana değin de bu sandık demokrasisi palavrasının figüranı durumuna düşmeyecek...

Gerçek kurtuşuş Kemalizm'dedir. Tam bağımsızlık olmadan halk gerçek refaha kavuşamaz...


                                                                             
                         

Jale Altunel,
02.Nisan.2011

28 Mart 2011 Pazartesi

Uzun Bir Sözcük...

uzun bir sözcüktür emek
yollar boyudur
yıllar boyu,
bakımlı bahçelerin
ardı olur kâh nadasta,
gerçek bir emeğin
beklentsi olamaz
karşılığında.
noktasız roman kadar uzun,
bir dost kadar çoktur
kokar evlatlarımıza.
alnımızdaki teri silerken 

içtiğimiz sudur,
iniş ve yokuştur
yazılara sığmaz,
parlar bakışlarda.
güvendir onu çoğaltan

ve dostluktur ancak
yaşamdan geriye kalan
upuzun bir sözcüğün 

yanına konan...

"uzun bir sözcük"
j.ak
28.Mart.2011

27 Mart 2011 Pazar

27 Mart Dünya Tiyatro Günü...

Bizim memlekette tiyatro hem mecliste hem de siyasi arenada, tiyatrolara göre çok daha üst seviyelerde oynanıyor.

Hepsi de maşallah gerçek tiyatro oyuncularımızdan daha iyi "OYUNCU"!

Dünya Tiyatrosunda da durum aynı...

Her yıl aynı senaryo oynansa da  sürükleyicilik olsun, oyuncuların kendilerini yenilemeleri olsun izlenmeye değer ve sürreel efektleriyle insanın aklını başından alabilen detaylarla doludur. Dünya Tiyatrosu'nda ABD'yi ön saflarda görürüz ama  İngiltere yine de shakespeareian tarzıyla klasik tavrını korur.

Ödüller şimdilik sadece Türkiye'de belirlenmiştir.

Derhal aktarıyorum;

TÜRKİYE:

En iyi erkek oyuncu:  ( "Haberim yok"repliği ile) Recep Tayyip Erdoğan.

En iyi yardımcı erkek oyuncu:   ("Fakire aylık bağlayacağım" adlı tiradıyla) Kemal Kılıçdaroğlu...

En iyi kadın oyuncu:  ("Komiser Tokatlamak" adlı müthiş aksiyonla -dublör kullanmadan-) BDP'li milletvekili Sabahat Tuncel.

En iyi yrd. kadın oyuncu: Mecliste olmamakla beraber bu ödüle layık görülmesi bazı kulislerce eleştiri almış olsa da NAZLI ILICAK... Kendisi her role yatkınlığı ve binbir çeşit role girebilme yeteneği ile göz doldurmaktadır...

En iyi çocuk oyuncu: Bu yıl yüzlerce çocuk arasında karar verilememiş ve Güneydoğu'daki bütün "Taş Atan Çocuklar"a verilmiştir... Onlara rollerini ezberletenler ise mansiyon ödülüne lâyık görülmüşlerdir...

En iyi tiyatro müziği: "Ankara Misket Havası..."

En iyi yönetmen ödülü:  Ergenekon adıyla üç yıldır sahneden inmeyen ve ardından Balyoz adıyla kapalı gişe oynanan oyunları yöneten Fetullah Gülen'e verilmiştir... Her iki oyun da Silivri Sahnesi'nde izleyenleriyle buluşmaktadır...

En iyi kostüm: Cübbeli Ahmet Hoca ve tarikatı... Kendisi yurt dışındaki zikir ayini nedeniyle ödül törenine katılamamıştır.

En iyi dekor: "Lâleler" adlı tasarımıyla İstanbul Büyük Şehir Belediyesi...

En iyi makyaj: Cumhuriyet Gazetesi... Eleştirmenler, cumhuriyet gazetesinin yaptığı  Atatürkçülük Makyajı'nın Türkiye ve hatta Dünya Klâsikleri arasına girebileceği müjdesini vermektedirler...

En iyi senaryo:  "Uysada Kodum Uymasa da Kodum" adlı skeci ile Bülent Arınç... Bu doğaçlama oyunu Arınç aynı zamanda kendisi oynamaktadır. Epik tarzıyla göz dolduran  bu skeçteki en büyüleyici repliği ise; "MÜSLÜMANLIKTA SEVİŞMEK YOKTUR!" şeklindeki derin ve anlamlı aforizmadır... Kendisi güldürürken düşündürmeye devam ediyor...

Yılın Tiyatro Barış ve Kardeşlik Ödülü ise,
"HASİKTİRİN! HASİKTİRİN!" sözleriyle gönül telimizi titreten , Osman Baydemir'e lâyık görülmüştür...
Kendisi Amerikan ekolünün öncülerinden olup, aldığımız duyumlara göre boş zamanlarında "we are the world we are the children" adlı parçayı durmaksızın tekrarlıyormuş...

(bkz: en asil duygunun insanı)


25 Mart 2011 Cuma

ölüm yokuşu...

- ne zamandır böylesin?
- valla bilmem üçüncü paketi içiyorum üç gün diyelim.
- ağlıyorsun?
- yok, duman.
- geçer mi diyorsun peki?
- tabi tabi şu sigara bitsin geçer.
- geçmezse?
- bi' sigara daha yakacağım...

hayat, sigaradan olma zaman birimleri gibi
kendinle yüzleşme koşullarını kovalar,
duygularınsa gölgesi bile kaçar.
ve başlar huzursuzluklar,  
böylesi bir durumda 
kusursuzluklar
acı acı kusarlar...
ki yarısı yalan. ne yarısı,
tümü yalan... 
görünenler hep yalan
"fly me to the moon" söyle kendine, 
ki yüzgörümlüğü olsun benden,
yoktan sahiliklere...
işte sana yalandan "gerçek!"
gerçek;
Libya'daki zulüm!
ve her yer
her yer yine ölüm!
ve yine ve yeniden,
insan olmaya değil de
izlemeye gelmiş gibi
dünya nüfüsundaki büyükçe bir bölüm.
şükredenler bile var "halimiz"e;
HALİMİZ?!!
miskin, kokuşmuş bir
fly me to the moon
sen şimdi otur ye 
fırından yeni çıkmış taze bir somun
insanlar geberiyorlar diyorum 
boşu boşuna...
askerimizi sürerken
yeni dünya düzeni
bu ölüm yokuşuna
sen otuz metrekarelik oturma odanda
şükür mü diyeceksin
izlerken plazmandan
kan tacirlerinin
zengin oluşlarına?

"ölüm yokuşu"
j.ak
25.Mart.2011



24 Mart 2011 Perşembe

bir doğruydu hayat...

dip köşesinde
dapdar bir açının
iç köşesinde
karanlık bir acının
bıraktım,
başrol oyunculuğunu
çünkü bu;
kötü bir senaryo.
iç açılarıyla
iç acılarımın
toplamda
üç yüzaltmış derecelik
bir yamuk(!)
görselini
oynamamızı istemiş, "bu" senaryo!
oysa bir doğruydu hayat
işte önümde;
kuytuları sade
rüzgarı yavaş,
geçip gider gibi gezgin bir ayyaş,
üzerinde sendeler yürüyemez gibi
düz.
yalan yanlış giderim, olsun,
o doğrudan giderim.
yol bu:
şakaya gelmez!
sekiz dokuz
ongen...
kuvvet noktasıysa
kendi yörüngen,
yani
dip köşesinde dapdar bir açının
iç köşesinde diyorum,
karanlık
kapkaranlık acının,
çıkartmaya bak
iç açılarından
iç acılarını,
sahipsiz anılarının...

"bir doğruydu hayat"
j.ak
24.Mart.2011


21 Mart 2011 Pazartesi

bir yanda...

bir yanda sevgililer
bir yanda diğerleri
başladık giymeye
mevsimlikleri.
ayanlık sardı
mevsimlik işçiler gibi,
tarafsız yürekleri.
bir çift kanat derdi
şimdi geceler,
fanus ardındaki
flu anıllarımıza...

"bir yanda"
j.ak
21.Mart.2011

18 Mart 2011 Cuma

Kumdan Bir Masal

yapraklar kovalar her çevirişimde
yalnızlığımı
"dur gitme" der peşinden,
parmak uçlarımdaki nasırlar.
oysa göğün maviliğine
kurulmuş çoktan
üç kişilik bir sal,
üzerinde;
ben,
yalınayak bir yalnızlık,
ve kumdan bir masal...

öykülerimiz bile
alabora olmuşlardı
dümensiz gemilerimizde,
azdır eşya bilmez misin?
yorucu olmayan
iç seyahatlerimizde.
batarken suyun dibine
tüm ağırlıklar
bırakıverilir
göğün maviliklerine,
ve uçarlar
hep birlikte;
ben,
yalınayak bir yalnızlık,
ve kumdan bir masal...


"kumdan bir masal"
j.ak
17.Mart.2011

17 Mart 2011 Perşembe

BURASI...

burası aklımın kurtarılmış bölgesi
bir dilek tut ki içinden,
etrafında
ışık pervaneleri dönsün
şiir tutulması yaşanmış bugün
gerçekler tümüyle ölgün!
burası,
yüreğimin kurtarılmış bölgesi
olgunluğumu serer
ısıtırım diz(e)lerimi
ve toprağıma veririm
diyemediklerimi.
burası cephede bir sığınak
öylece sahipsiz,
sessiz barınak
dışarıda bir gün var ki
dolunay gibi parlak
konuşur  diyemediklerini...
nefeslerde hep
karanlığın kokusu,
ve nefslerde var,
düzen korkusu
kınından çıkmaya sak,
hazır cevap
herkeste ağız dolusu
laf-ı güzaf...
burası,
acılarımın kurtarılmış bölgesi
toplanmış bir hasatın 
buruk meyvesi.
yer olur yer,
yâr olur yâr
burası,
yaşlı ağacımın
serin gölgesi...


"burası"
 j.ak
16.Mart.2011

Yatmadan Önce Düş Fırçalamak...

öyle uyanırsın, gözlerinde hüzün,
yüzünde düş çapakları...
yatmadan önce düş fırçalamak,
sabah uyandığında hüz(ü)nü yıkamak,
ve sonra
beklentisizce
kırılmış aynalara bakmak.
yalnız bir sevdada,
eserse poyraz
bunlar
her akşam ve her sabah
olmazsa olmaz...


"yatmadan önce düş fırçalamak"
 j.ak
16.Mart.2011

11 Mart 2011 Cuma

Büyük Oldu

gözlerimde 
göl durgunlukları,
hafif çalkantılı.
yollar da 
sisli melodiler gibi tıpkı
bulanık bana henüz.
yeni doğmuştu oysa
bu yalnızlık,
çocukluğunu ve 
ergenliğini yaşayamadan
büyük oldu.


"büyük oldu"
j.ak
11.Mart.2011

kırkının da kulpu kırık küp...


- Perde takmayı düşünüyor musunuz?
- Yo hayır perde kullanmayı sevmiyorum...
- İster ama.

İster. İyi ama ben sevmem. Ruhum daralır. Hafiften bir tedirginlik duyarım o kapalılığın içerisinde. Bu bana içeride güvende ve görünmez olma duygusundan ziyade dışarıda neler olduğunu görememe kaygısı uyandırmıştır hep. Evin yatakodası bölümlerinden bahsetmiyorum tabii ki. Uyurken yarı ölümü yaşıyoruz nasılsa ve zaten biz bile yokuz orada. Ama yaşadığımız yer yani salon, açık apaçık olmalı. İşte bu yüzden perdesizdir pencerem. Bir tür takıntı, hatta sanki çok daha güvendeymişçesine bir his.

Derken bu bir içi dışında olma haline götürdü uzun uzun yıllarla beraber. Böylece özel hayat denen zırvadan arındırdı.

Neydim ki ben? Çok mu özeldi yaptıklarım? Yaşadığım hayat, okuduklarım, dinlediklerim ve çaldıklarım...

Konu bu değildi aslında pencerelerin perdesizliğinden dem vurmaya gelmiştim metafor sapma  bakımından anlatacaklarımı aştı bir parça hepsi bu.

Yaklaşık olarak on günlük bir süreyi televizyon izleyerek geçiriyorum. Dilimde bir çirkeflik, sinirlerimde bir gerginlikle. Okuyamadığım yazılara mı yanayım düşünemediğim şiirlerime mi?

Bugün tüm günümü bu tekerlemeyi dilimde döndürerek geçirdim "kırk küp kırkının da kulpu kırık küp" söyle bak ne kadar iyi hissedeceksin... Bu tekerlemeyi kesebileceğim bir yer aradım kendime. Sus artık tamam yeter sus!!! Aynı siyasi görüşleri paylaştığım insanların bulundukları ortamlar... Ve uğultu şeklinde kulaklarımda aynı tekerleme. "Kırk küp kırkının da kulpu..."

Siyaset televizyon ekranından böyle. Siyaset derken hepsini katıyorum içine. Sabahtan akşama dek izlenen herşeyi. Memleket el değiştirirken konuşulan tüm zırvalıkları, tüm programları. Sanki Türkiye'de yorumcu sayısı altıyı geçmiyormuşçasına tüm tartışma programlarında görmekten mide bulantıları geçirdiğim o yalancı, o pervasız, o sahte Atatürkçü, o halk düşmanı, o ukala, o cahil, o soysuz, o vahşi, sözün özü aynı tipleri görmekten bahsediyorum... Spor programlarının tamamı futbol. Kimdi o memleketini yıllarca üç F ile yöneten neyse. Ve tipler hiç değişmeyecekler sanırım o yorumcular da aynıları. Sanki koskoca memlekette bu kadar insan varmış gibi. Sanatçılar peki? Onlar da aynı. Hepsi herşey aynı. Bu kadar az yani Türkiye.  Haberler ise ondan daha da az. Üç konu var şimdilik. Ergenekon naklen yayın, Balyoz ve bir de "basıncı" kız...

Bunları hafızamı tazelemek için arada bir irdeliyorum. Yarışmalar ve kadın programlarıysa günden güne daha bir gerizekalı formatlarda verilmeye başlanmış ki şaşkınlığımı yakalayamadım uzun bir süre. Herkes işini o kadar büyük bir ciddiyetle yapıyor ki en çok buna şaşırıyor insan. Kanal D'de sabah haberlerini sunan kişi mesela. Eğlence programı gibi bir hava yaratıyor ama Nasa ciddiyetinde.

Çok uzattım bunları herkes biliyor artık. Ben nasılolsa şimdilerde ancak günün bu saatleri serbest atış yapabildiğim ileri demokrasimizin yasaklı hale getirdiği gariban "blog"umdayım. Kısıtlı bir biçimde de olsa geveleme hakkımı kullanabilirim.

Çoğu kez kendimizi yokluklar üzerinden kandırmak durumunda kalırız ya hani? Mesela açızdır, "ne varmış canım halimizde aç değiliz açıkta değiliz" deriz. Bir tür ileri boyutta savunma mekanizmasıdır aslında. Açızdır lanet olasıca. Kültürel açlık da vardır sanatsal açlık da, insan ilişkilerinde de, yaşam pratiklerimizde de.  Ta ki bu açlık söyleyemediklerimizle yalancı bir olgunluk dönemine iteler bizleri. Hal böyle olunca da ayıkla pirincin taşını...

Tıpkı televizyondaki gibi azızdır gerçekte. Kendini bir parça çoğalmış gibi hissedenler bile  bu kez de biribirini az görmek telaşına kapılıverir. Ki en tehlikelisi budur böylesi bir dönemde.

Kimbilir kaç yıldır memleket yol ayrımında. Bu öyle kocaman bir kavşak ki o ayrımın farkına varabilmemiz için belki yapmamız gereken sadece tabelaları ve yol ışıklarını "doğru" okumak, oysa her birimiz o kadar iyi şoförleriz ki ihtiyacımız yok öyle ışıklara tabelalara falan. Bodoslama girer dururuz birbirimizin üzerine. Biliyoruzdur evet ve bilmemiz gereken odur ki;"AYNI YOLUN YOLCUSUYUZDUR!" Ama o kavşak o kadar fazla ayrımlara açılıyor ki güzel bir yola çıkarken ve öyle fazla yan yol var ki, kimileri kaybolmuş, kimileri su kaynatıp sağa çekmiş, kimileriyse çarpışan arabalar gibi birbirinin üzerine çıkmaya çalışıyor...

Bertolt Brecht'in Anlaşmanın Önemi diye bir oyununu okumuştum yıllar önce. Aynı dili konuşabilmekten bahseder o oyun ve detaylarda kaybolmamaktan.

Oysa bugün donanımlı insanlar görüyorum detaylarda takılıp birbirine çarpan.

Yeterince olgun bir toplum değiliz, yeterince samimi bir toplum değiliz, varolan değerler yitip gideli, yeterince merhametli de değiliz. Çok yazık...

Kırkının da kulpu kırık olan siyasetçilere, medya patronlarına, sanatçı bozuntularına lanet olsun! Çünkü yaratılmaya çabalanan o ortak dilden bizlere hiç hayır yok artık. O yalan bir dil, o sahte bir dil...

Pencerelerinizdeki perdeleri açın artık. Söyleyemediklerimiz bizi asla olgunlaştıramaz. Eteklerimizdeki taşları dökerken bir tek şeyden emin olmalıyız, bizler "aynı dili oluşturabilecek miyiz?" Yoksa?

Aynı dili kullanabilmek demek herkesin biribirinin yaşantısını bilmesi algılayabilmesi demektir. Perdeler kapalıysa kimsenin kimseden haberi olmaz o ayrımdan çarpa çarpa ve çok büyük hasarlarla geçip giderken.

Perdelerse kimi zaman egolarımız, kimi zaman  da gereksiz duygusallıklarımız olabiliyorlar maalesef...


10 Mart 2011 Perşembe

Alargada Bir Gemi

ne uyuduğum saat belli
ne de yediğim öğün
adını değiştirdim bugün
izine ses çizdim göğün,
adını es geçtim bugün,
özüne buz dizdim
her bir sözcüğün
erisinler diye...
bazen yolda yürürken
görmezden gelinen biri,
kimi zaman giydirilir
dar gelen bir entari.


bir anlık
İstanbul geçer içimden,
kim ne kazanacakmış ki
şu üçüncü köprüden?
gökten bir ezber mi düştü?
en önemli konuymuş artık 
"küçük dostlarımız"ın
sebepsiz ölümü.
sanırsın bir canlı türü yok olmak üzere
ekolojik denge tehlikede...
kedileri bu mahallenin
beş derece altında miyavlar
mevsim normallerinin.


alargada bir gemi,
hayalleri temize çekti
sabırlar bindirildi içine
sevgiler,
çiçekler gibi.
karşılıksız besin ikmali,
ölüdür şimdi 
aşk şiirlerimi yazdığım sahilin
mavilikleri...
ayakları ıslak,
ayakları çamur
uçmaktandır oysa
varoluşundaki hamur.
alargada bir gemi,
tüm hayalleri 
temize çekti...

"alargada bir gemi"
j.ak
10.Mart.2011

Gerdiniz!!!


"Ger ne olursan ol gene ger!"

Haberlerin, siyasetin, dizilerin, insanların algı kapasitelerinin, şu memleketteki herşeyin bünyemde yarattığı etki gerim gerim gerilmek, sinirlenmek ve hiçbir şey yapamamak.

Bir kız çıkıp beni taciz ettiler diyor 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününde. "Günün mana ve ehemmiyeti misin nesin?" derken tam, konuşmalardan kısa kısa sorular dizildi kafama;

1- Tacizci sempatizanı olduğum bir partinin başkanıysa susarım.
2- Benim tacizcim iyidir.
3- Gazeteciyim ama kendimi (polisler gibi) "basıncı" diye tanımlarım.
4- "Kol kırılır yen içinde kalır" düsturunu şiar edindim ey kadınlar, 2011 Türkiye'si artık böyle haberiniz ola.
5- "74 doğumluyum 93'de okuldan mezun oldum ama ilk manşetim lise ikide yayınlandı sanırım. Zira tarihler kalmıyo benim kafada... Ağzımdan çıkanı kulağım duymayalı beri böyleyim"

Hacı Arif Bey'den gelsin o zaman:

"Vucüd İkliminin Sultanı Sensin..."

Süper...

Recep Tayyip bilmemnerede konuşuyor diyor ki: "Gecikmiş adalet adalet değildir!"

Bak sen! Nedir peki adalet? Sadece gecikmemiş olan mıdır? 
Mesela bir kadına arabayla çarpıp ölümüne neden olmanın bir cezası falan yok mudur bu memlekette? Ya da yüzlerce fesat karışmış ihale ile birilerini zengin etmek midir? Mülk kimde ise adalet onun malı mıdır? Adalet önünde herkes eşit değil midir? Ben yanıtını ne kadar biliyorsam o kadar ger! Ne olursan ol ger...

Daha geçtiğimiz ay Melih Gökçek Ankara'da market servislerini "kafasına göre aldığı bir kararla" kaldırmadı mı?

Dolmuş mafyalığına mı soyundunuz ne yaptınız? Çünkü dolmuşlar kazanmıyorlar gibi bir de tez(!) var ortada. İlginç vallahi. Önce servis başına bin lira aidat istenmiş, sonra marketler kendi aralarında birleşip dava açmışlar ve kazanmışlar o aidatları vermemek üzere... Sonra mı? Sonrası bilindik. Kökten çözüm.

Servisler tez kaldırıla! Al sana adalet. Gecikme falan yok!
Ne olursan ol ger... 

Son izlediğim ise tam bir bombaydı. Gerilimin doruk noktası gibi. MHP seçimlerde gençleri tavlamak için müzikal anlamda çığır açmış ve rap müzikle gençlerin gönlünü feth etmeye sıvanmış!

Soruyorlar Bahçeli'ye, "siz rap müzik sever misiniz?"

"Evet" diyor... "Dinlerim ben rap, çok severim!"

Ne diyim ben size ya? Ne diyim...

Ger ne olurs... Öööffff!!!