Endişe, korku, kaygı, panik...
Bu duygular sağanak halde, bir insanın hayatını aynı anda kaç kez taciz edebilir? Eşi doğuma giren bir adamı mesela, hayatının sınavı olan öss sınavına girmek üzere olan bir öğrenciyi, şehir trafiğinde olağan dışı bir kazadan son anda sıyrılıveren bir insanı ve buna benzer örneklerde bu duyguların yoğun baskısıyla ürperir insan. Karın boşluğunda feci bir ağrı baş dönmesiyle karışık bulantı hissi ve buna eşlik eden soğuk ter gibi, psikosomatik etkiler yaratır. Durum değişir değişmez ise bedensel ve ruhsal etkiler kaybolur gider. Birkaç saniyeye kalmaz o muhteşem organ beyin, durumu kurtarmak üzere savunmaya geçmiştir bile. O ölümcül an/lar, tebessüm hatta kahkahayla geride kalmıştır.
Karşıdan karşıya geçerken ezilme tehlikesi geçiren bir kadında görmüştüm. Kadın kendini kaldırıma atmış ve gülmüştü. Şu an o fotoğrafı düşünüyorum da, “ölüyordun be kadın gülmek neyin nesi” diyivermiştim. Şimdi anlıyorum nasıl da düşünmeden etmişim bu lafı. Gülmek ne güzel bir lütuftur öyle. Doğal armağan, beleş seratonin.
Türk siyasetinin son döneminde olup bitenlere baktığımızda endişe halinin halkın büyük bir çoğunluğunda giderek artan bir ivmeyle yükseldiğini görüyoruz. genel bir tedirginlik, bilinçli olarak oluşturulan korku toplumunda iyice yerleşirken, zaten ekonomik darboğazda olan halk sokakta iyiden iyiye zıvanadan çıktı. Çünkü endişe kaygı korku ve panik hali neredeyse kesintisiz olarak ve sürekli tırmandırılarak yaşatılıyor bize.
Tek bir sözcük, bardağı taşıran son damla haline geldi. Böylece tüm o kültürel ve manevi değerlerimizden bir kaleyi daha kaybettik. "Hoşgörü".
Türk toplumu bana sorarsanız pek misafirperver de değil artık. Sohbetlerin yerini uzun metrajlı film tadındaki ağdalı kalitesiz diziler, toplantıların yerini alışveriş merkezlerinin o palavra ortamındaki soğuk metal sandalyelerde plastik bardaklardan içilen bulaşık suları aldı. Siz adına çay ya da kahve de diyebilirsiniz, ben demem. Hem öyle artık insanların biribirleri için harcayacakları zamanları da yok fazlaca. Doymak, barınmak ve ısınmak için günlük zamanın büyük bir bölümü ağırca bir bedel olarak ödeniyor.
Bana sorarsanız bunların tamamı, kültürel erozyonun bahaneleri. Kültür emperyalizmi insanları bencil, içe kapalı, korkak ve ben merkezci bir duruma getirdi artık. İsteksizlik; umutsuzluk ve malubiyetin ete kemiğe bürünmüş halidir. O yüzden içinden çıkılamaz bir konuşma tembelliğini de beraberinde getirir. Düşünmekle eş zamanlı konuşamayan insanlar her zaman dip notlarla ilkel belirleyicilikler taslarlar. Cinayet, intihar gibi eylemlere baktığınızda da hep bu hazıra konma ve kolaycılığı görürsünüz. Yani bardaklar artık doludur. Herkes son söz için sıvanma telaşına girmiştir.
Tek başına farkındalık, çoğu zaman aptalca bir gururu da beraberinde getirir. Yok mu sanki tüm bu olup bitenin farkında olanlar. Bence çok. Ama değişen alışkanlıklar nasıl yalnızlaştırdıysa herkesi, nasıl bencilleştirdiyse ve nasıl tembelleştirdiyse, farkında olmak tek başına yeterli görülüyor gibi. Duygular kirlenirken tembelleşti de aynı zamanda. Aşık olmak tembel işi, sevmek, saymak, sevinmek, kızmak, ağlamak ve "GÜLMEK" . Duyguları bir eve benzetecek olsam, "o evi bok götürüyor ve kimsenin de işin ucundan tuttuğu yok" derim.
Toplumsal duyarlılık bana göre önce o evleri temizlemekle başlar. Tembellik gülüşümüze yaptığımız en acımasız eziyettir. Unutmamak gerek, beyin zaten buna koşulu ve bizdeki en büyük nimet.
söylenmemiş sözler varken içimde
hiç bir şey derman olmuyor
enkazdan çıkmış,
ağır yaralı ruhuma...
rock'n roll'dan taze kan
hem sıfır hem pozitif
bu ara yaralıyım
nihavent makamlı
dik çıkışlar yapmalıyım, olmuyor...
özüm bi ahenk
rahatla rahatla
yüksek irtifada zordur nefes almak.
farkında olmasa da dağ
oraya çıkmak gerek.
J.ak