22 Kasım 2012 Perşembe
31 Ekim 2012 Çarşamba
tek gün geçmiş
kırık bir geçmişi oyalar zaman
sadece tek gün geçmiş olmalı ardından
batık sözleri ayıklıyordum
adımlarımdaki kanlı yaradan
ki döndüğümde seksen dokuzundaydı
barut kokulu bir an.
en sevilen karelerde yaşanırken göç
öç alınıyordu bütün kanatlardan.
ve üstelik
yaşam derdindeyken yolcular,
filmden atılmıştı, en canlı parçalar.
sayamadım kim bilir bu kaçıncı tekrar
hazırdı yol kazalarına hep, gardiyanlar
derin uykulara zorlanırken o en derin sevdalar
yedi uyuyanlar gibi korktular
dönüp de yola bakmaya
sararmış örtüler olup örttüler sonra
sandıktan çıkanlarla üzerimizi.
her defasında
daldık gittik biraz daha
daldık gittik biraz daha
bilgiyi satanlara
ki,
ki,
boyunlar güç, yoktan seçene…
ve kumdan saat örte dururken amforayı
ayıklıyorduk hep batık bir yazıyı
kazımışlar üzerine her bir anıyı
beraberce okumalı bir gün
bütün ziyandan gayrı…
“tek gün geçmiş”
j.ak
30.Ekim.2012
9 Ekim 2012 Salı
Türkiye'de Spor Yazarlığı...
Tüm
kulvarlarda olduğu gibi spor konusunda da çizgi, kapitalizmin en güçlü
enstrümanı olan reklâm olgusu etrafında ağını hazırlamış ve gidilecek yön,
mesafe, açı buna göre belirlenmiştir.
Memlekette spor yazarı olmaz
olur mu hiç? Basketbol branşında bir Bilgin Gökberk varsa her branşın en az bir
Bilgin’i vardır. Konularına kafa yormuş, ne yazması gerektiğini gayet iyi bilen
insanlar çok olmasalar da varlar. Ama sistem oyunun kurallarını belirlemiştir ve
belli bir uzunluktaki ipi de salmıştır ortalığa.
Tüketime endeksli seyirlikler,
sonucu ve alt metni bakımından kitleleri nereye götürmeli ve hangi
duygulanımlara sürüklemeli konusunda tüm medya araçlarının takındığı tavır ve
giydiği kostüm bellidir. Bunun dışına çıkılarak yapılan işler, yazılan yazılar,
okunsalar bile yerleri yukarıda bahsettiğim “çizgi”nin dışı olacaktır. Kendisine alıcı
bulabilse bile aracısını bulamayacaktır. Yani onu kitlelelerin kabulüne arz
edecek bir talep olmayacaktır.
Sporun;
yenmek, kazanmak, güçlülerin kabul görüp zayıfların elendiği vahşi kapitalizm
çarkının dişlilerinden biri olduğunu görebilmek, çok da mikroskobik bir durum
olmasa gerek... Bu durumda, neden spor yazarı yok sorusu kendi kendini imha
etmiyor mu zaten?
Spor
şah, spor yazarları şahbazdır bu durumda...
İşte
bugün spor ve siyaset arasındaki bağ, insanları her konuda fanatik birer
taraftar haline dönüştürme çabasına çanak tutar. Sistem bir oyun alanı
oluşturmuş, oyuncakları da dökmüştür önümüze. O oyuncaklar rengârenktir. Seç
beğen al...
Spor
yazarları da oyuncak sepetinden kendi payına düşenleri gereği gibi alabilmişse,
sistemin parlayanları arasında yer bulur kendine. Sonuçlar, güçlüler, en ama
enler... Sporcu, gözü kapatılmış bir toplumun dövüşçüsü, spor yazarı da
gözlerin kapalı tutulmasında gereğini yapabilen olağanüstü bir kalemşördür. Tabi
ki müsade edilen şekliyle.
Madem
artık spor bu şartlarda önümüze konmuş, onun oyundan koparılıp, kazanma esası üzerine
kurulu yapısı, gitgide daha da artan bir ivmeyle tırmanıyor, sanırım ithal
sporcuların fazlalığı Türk Sporu’nun da tıpkı diğer üretimler gibi neden
durduğuna ya da durdurulduğuna yanıt olacaktır. Ülkede bir üretim olumlu ve
başarılı yönde seyrediyorsa, ihraç edilen ürünler sunmalıdır. Ve ihracatı
ithalatından daha fazla olmalıdır. Türkiye’de spora baktığımızda ithalatın
ihracattan çok çok fazla olduğunu görüyoruz. Bu durumda bakmamız gereken yer
direkt olarak altyapılardır. Külüplerin altyapıları.
Büyük
küçük ne kadar kulüp varsa, oyuncularının pek çoğu kendi altyapısından gelmez.
Satın almanın yetiştirmekten daha ucuz değil ama daha kolay olduğu aşikârdır.
Bu
kolaycılığa giden yolda kulüp başkanlarının kulüpleri para konusunda nasıl
idare ettiği ortadadır. Spor-iş yasasının olmaması, hâlâ daha başkanların tıpkı
birer “ağa” gibi kararlar almasına yol açar. Sporcu ve kulüp başkanı
arasındaki ilişki işçi işveren ilişkisi değil, efendi-köle ilişkisidir. Hâl
böyle olunca aynı ilişkilerin devamının medyaya da uzanması kaçınılmazdır.
Memleketteki spor yazarlarının her biri bir spor kulübünün amigosu gibi
davranarak, yazılarını da bu sevgi(!) ve sadakatle(!) yazarlar. Methiyelerle
sayfalarını şenlendirirler, sonuçlarla, kişilerle uğraşır dururlar. Kişiler genellikle yıldız diye adlandırılan
futbolculardır. Kolay değildir tabii, onca para akıtılmıştır bu falanca yabancı
oyuncuya. Özel hayatı, saha içi performansıyla at başı bir seyirde gider ve
taraftarların bunlarla ilgilenmesi sağlanır kolayca. Medya, halk
bunu istiyor’larla işin üzerini örbas etmiş, perde arkasından kıs kıs güler. Bu
kulüplerin de işlerine gelir çünkü hiç biri istemez altyapı sorunlarıyla, tesis
yetersizlikleriyle, sporcu yetiştirmedeki başarısızlıklarıyla falan ilgilenilmesini, bunun ifşa edilmesini.
Sözün
özü, sağırların birbirini ağırladığı bir ortam zaten uzun yıllar önce
yaratılmıştır ve bu düzeni kimse kimseye bozdurmaz.
İşte
bu yüzden Türkiye’de spor yazarlığı bir illüzyondan ibarettir.
Yapılan "taraftar kalemşörlük"tür sadece...
Gerçek yazarlar üzerine alınmayacaklardır bilirim. Üzerine alınması gerekenlerse asla bu yazıyı görmeyecek(!), bilmeyecek(!)lerdir..
Jale ALTUNEL
Gerçek yazarlar üzerine alınmayacaklardır bilirim. Üzerine alınması gerekenlerse asla bu yazıyı görmeyecek(!), bilmeyecek(!)lerdir..
Jale ALTUNEL
talan
caddelerin belli nirengileri
her biri insan seli
yola her revan oluşta yüzleri yabancı, yüzlerine
ve çoğu kere de selâmlamadan geçtiler
gökdelenleri.
aceleciydiler aceleci,
toplu taşıma araçlarında okuyorlardı
malûm gazeteleri
o gazeteler ve televizyonlar ki,
savaşa hayır çığlıklarıyla yollara dökülen yüzbinleri
yok sayarken
hayvanlar ölmesin diye haklı bağrışanlar üzerinden
prim yapıyorlardı
halkın koyunluğuna dair.
anlayamıyordum anlamayanları
oysa modaları yaratanlar her zaman
modacılardı.
kaç Türkiye’nin sabahı olduk gamlı,
bahar ve yaz mevsimlerinde en çok
güneşimiz utandı
diyeceğim o ki
aşinalıklar bu ara çokça azaldı.
meselâ Radyo Binası bile satılıkmış BM’ye
Nazilli’deki Sümerbank, ilk işleriydi hani
acel tecel sildiler bütün izlerini
değişti okuldaki kitaplar müfredatlar
güneşimiz karardı.
“geldikleri gibi giderler” demişti Haydarpaşa’da
on sekizde,
en çok orası yok edilmek istendi...
memleketin yeni çehresine
yüz sürdü ayinleri anımsatırcasına
kimileri.
ve o kimileri çok sevdiler parayı
tüketirken en pahalı benzinini
Avrupa’nın
en pahalısına biniyorlardı arabaların
bu mutlu halleriyle
milletime ikide birde
koyun diyorlardı üstelik.
anlayamıyordum bu anlamayanları
oysa modayı yaratanlar her zaman
modacılardı…
“talan”
j.ak
09.Ekim.2012
"Dünya değişiyor, sen ben değişiyoruz şekerim!"
Geçen
sene hani şu bir gecede alınan kararlardan biri alındı. Kanun Hükmünde
Kararnameyle Milli Eğitim’in millî olan tüm değerleri yok edilmek için, Atatürk
İlke ve Devrimleri’ne bağlı yurttaş yetiştirmeyle ilgili madde tarihin karanlık
sularına gömüldü.
Bu
yıl derhal kollar sıvandı ve hazır iş bu hâle gelmişken 4+4+4 denilen eğitim
modeline geçildi. Seçmeli dersler, hacılar hocalar derken bir de 66 aylık
bebeleri annelerinin koynundan söküp alma telâşına girildi. Doğrusu bu geçişlerin
bu kadar alelacele olabileceğini düşünmemiştim. Hazmettirilmeye çalışılır
sanmıştım, oysa lokmalar, yine ağzımıza, burnumuza yutkunmamız bile
beklenmeksizin tıkılıyor.
Geçen
yıl bu konuyla ilgili yazdığım bir yazıda, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne bağlı
yurttaş yetiştirme maddesinin KHK ile kaldırılmasının önümüzde bir engelden
çok, çocuklarımıza “Atatürk’ü doğru
anlatabilmek” için iyi bir fırsat olduğunu söylemiştim… Baktım ki bazı
yazarlar “Çocuklarınıza Atatürk’ü anlatın!” gibisinden çağrılar yapmaya
başlamışlar. Bir GÜNAYDIN daha borcumuz olsun…
Değişim
olmalı esasen. Şener Şen’in baş rolünü oynadığı muhteşem bir film vardı hani. “Aşk
Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” diye. Orada Şener Şen’in bir repliği vardı; “Dünya
değişiyor, sen ben değişiyoruz şekerim” diyordu… Vallahi bizim memleket de
durduğu yerde durmuyor uçuyor mübarek değişmek ne kelime!
Harp
Okulları’na önümüzdeki yıldan itibaren, İmam Hatip mezunlarını da alacaklar
misâl…
Tabii
hay hay buyursunlar girsinler... Ama benim şu kötü işleyen aklım yok mu?!
Hemen
bugün okuduğum bir habere dikkat kesildim ister istemez. Haberde deniliyor ki,
memurlara hem müjdeli, hem de üzücü haber… Allah Allah(?) deyip okudum nasıl
bir müjde bekliyormuş memurlarımızı ve niçin üzüleceklermiş diye…
Esasen
bizi yönetenler öyle mükemmeliyetçi öyle çalışkan, öyle ince eleyip sık dokuyan
kişiler ki; İşini doğru lâyığıyla yapana zamlı tarifeler uygulanırken, işini
iyi yapamayan (neye göre kime göre belirtilmemiş) memur, memuriyetten
şutlanacakmış,mış…
Harp
Okulları ile ilgili komplo teorim şudur; Bir süre sonra bu okullara İmam Hatipli
olmayanları almayacaklar. Ya da bir süre sonra İmam Hatipli olmayanlar parmakla
gösterilebilecek bir azınlık haline dönüşecek.
Bunca gidişata baktığımda şu 4+4+4’le
ilgili de bir komplo teorim daha yok değil.
Şimdilik
12 yıl zorunlu eğitim olarak görünen bu sistemin zaman içerisinde İlk, orta ve
lise olmak üzere üç kademeyle adlanarak dileyen ailelerin kız çocuklarını 4
yıllık ilk okul dönemi sonrası “bazı
koşullar altında” okuldan alabilmelerinin önünün açılacağını düşünüyorum
açıkçası. Zira 5.5 yaş+4 yıl eşittir dokuz (9)...
Hani Hz. Aişe’nin Hz. Muhammed tarafından resmen haremlik olduğu şu malûm yaş…
O’nun
(Hz. Muhammed’in) yaptığını yapmak, dînen sünnet
olarak nitelenmektedir bilindiği üzere.
Neyse
bu kadar da kötücül düşünmemek lâzım. Bu eğitim sistemi(!)ne böylesi aptalca,
pedofilikçe, canice bir düşünceyle girişmemiştir mutlaka bizi yönetenler. Bu,
benim gibi art niyetli, kötü kişilerin sanrısıdır muhakkak. Ama yine de
memleketteki hali hazırdaki çocuk gelin nüfusu düşünüldüğünde ve bunun 12’lere
11’lere indiği görüldüğünde o bazı koşulları ister istemez düşüyor insan, elde
değil. Ailenin onayı ile gerçekleşen yığınla peşkeşi zaten yaşamıyor muyuz
ki?.. Diyorum ya bunlar “kötü düşünce sahibine aittir” minvalinde benim hüsn-ü
kuruntularım olarak kalır umarım… Umarım!
Sözün özü, son ahvâl ve şeraite
baktığımızda, tam bir memleket trajikomedyasıyla karşı karşıyayızdır…
Memurlar gözünün üstünde kaş
olduğu üzere işten çıkarılabilecekler. Bunu demiş miydim? Neyse bir daha
dememde bir sakınca görmüyorum. Ve memur ne yaparsa, (nasıl bıyık bırakırsa,
kafasını nasıl bağlarsa..) zamlı tarifeden yararlanacak, onu parantez içimden
düşünüyorum şimdilik…
Asker, polis ve diğer sivil devlet memurları süratli bir biçimde değişime
sürüklenirken, bu arada kızlarımız da 9 yaşında ilköğretimi bitirmek gibi bir
değişimden nasiplenecekler !..
Che'nin doğumgünüymüş bugün. Onun şu güzel sözünü anarak selâmımızı yollayalım;
Che'nin doğumgünüymüş bugün. Onun şu güzel sözünü anarak selâmımızı yollayalım;
"Özgürlüğün önündeki en büyük engel, halinden memnun kölelerdir" demiş...
İşte yandaşların paraya tapan eyyamcıların neye uğradıklarını şaşıracakları bir Türkiye uçurumu yaratılıyor ki tam bir dipsiz kuyudur bu. Suriye konusunaysa hiç girmeyeceğim... Çünkü tüm bunlarda olduğu gibi dış politikalarda da kendi kararlarımızı vermiyoruz ki!
Jale ALTUNEL
9.Ekim.2012
2 Ekim 2012 Salı
vapur edası
sarı tonda serenatlar duyduk
adları hep kayıp.
minibüsten vapura giderken
her durak,
her durak,
daralmış yüreğin
boynundaki ipi,
gevşetir artarak.
şimdi deniz seviyesinde
derin bir nefes günü,
ve sırtımda artık
ıssız bir gömü
ıssız bir gömü
ölüydüler çoktan,
sarı tonlarım ölü,
sarı tonlarım ölü,
buruk kırık tatların
tadına varmıştım çünkü.
saklamıyordum üstelik
kendimden bile bunu
kabullenmek yenilgiyi
bazen en zoru.
vapurda,
vakur bir eda patlattım!
yasakladılar ama,
bir de sigara yaktım.
deniz miline vururken
zamanı Marmara,
zamanı Marmara,
kısılarak söner bir serenat daha,
şu iskeleden ayrılırken
iç ufuklarımda...
iç ufuklarımda...
“vapur edası”
j.ak
02.Ekim.2012
30 Eylül 2012 Pazar
neyse ki
rüzgâra aşina kısık gözlerimiz
terk etti çoktandır gölgelerimiz
buralarda dalgalı hâlâ deniz
neyse ki boğulmamıştık henüz
sepetlere doldurulmayı reddetmişiz
satılık değildir ilânını yakamıza takmışız
bedenim karar verir dedi bir dost
kaçta uyanacağıma
ve en engelli yoldur müzik, kendimize varmaya
hep kendiliğindeydi hüzünlerimiz,
belki bu yüzdendi böyleliğimiz
yoklara aşina uzunca bir süredir yüreğimiz
saklandı kim bilir kaç kat derine içimiz
duyulmuyor hiçbir ses ve kendi seslerimiz
neyse ki dip sarhoşuyuz henüz
sırf bu yüzden belki de,
bazı sözleri anlamazdan gelmemiz,
ve uzun hikâyelerin,
sonunu kestirmemiz.
sonunu kestirmemiz.
“neyse ki”
j.ak
30.Eylül.2012
15 Eylül 2012 Cumartesi
kiraz çekirdekleri
bin yıl geçmiş olmalı üzerinden
ama, dün gibi aklımda
pazardan şu kadar kilo satın alınmış
bir kese kâğıdı kirazın hüznü.
ağacımı bırakmıştım orada
ve ışıltısı yakamozların
kalmıştı parmaklarımın
ve saçlarımın arasında.
kulaklarım, duymayan kulaklarım.
tüm sesler peşim sıra düşmüş, düştüğüm o yollara
balık olmayı öğrendiğimde kendi sularımda,
susuz ve çaresizdim ben
İstanbul Kırsalı'nda.
artık kirazlar pazardaki tezgâhtan
ve kulaktan dolma doğruların,
ince ve kırılgan belinde buraların lodosu
dayanıksız bir şemsiyeyi tutarken yüreğim,
ağlarını yakıyordu üzerinde 15B
yazan otobüs, gençliğimin.
ve o kiraz çekirdeklerinin,
çöp kutusuyla buluşma anında –ki her biri basket bu arada-
kararım kesin;
satın aldığımız kirazlar nereninse,
ben onları hiç sevemedim...
"kiraz çekirdekleri"
j.ak
15.Eylül.2012
2 Eylül 2012 Pazar
tek derdimiz düşlerimiz olsa
her zaman oturduğumuz yere girdim, bir spor çantayla
ve tıka basa dolu, ağırdı çanta
...
protesto dönüşü ben önde sen arkada,
koşuyorduk polis korteji arasında
tek derdimiz vapuru kaçırmak olsa
koşmazdık belki
...
iyi gördüm seni, bir ağlama nöbeti sonrası
yemek yediğini söyledin elinde ipekli
kenarları iğne oyalı bir eşarpla...
“bu, tanınmamak için” dedin
“sokağa çıktığımda!”
kimi uykular karadır bilirsin kapkara
keşke dedim, keşke bilip gelseydim yanına
kimi uykular uyanıkken uyunur derdik.
tek derdimiz düşlerimiz olsa,
öyle hızlı yürümezdik!
...
yükü hafiflemiş bir çanta,
kurumuş çoktan içindeki terli forma
sanırım almadım, bıraktım onu orada
çıkarken seninle, sevinçle ve kol kola.
döndün de selâmlaştık mı,
gittin de vedalaştık mı bilemedim.
her iki durumda da çünkü
kavranır eller ve sarılır gözler.
“tek derdimiz düşlerimiz olsa”
j.ak
1.Eylül.2012
10 Ağustos 2012 Cuma
rehâvî makamlı...
içi görünmeyen cam bardaklardınız yeşil ve mavi
soldan anlaşılan sol anahtarıyla sınırlı gibi
ne tarafa doğru yatıktı
girdiğimiz halk kütüphaneleri,
ve nerede battı anımsamıyorum bindiğimiz gemi?
isimden türemiş tamlamalarıyla hayatın
sıfatlı üremiş çocuklarına verilen adlardınız
herdaim inatçıdır; umutlarınız,
bilmem kaç saatlik konuşmalara bile
bir türlü sığamadınız.
rehavî kaygılara hasret tebessümle,
elimdeki acıyı sakladım durdum
gözümden kaçmaya çabalayan hüznüm,
yarı uykuda çeker saçlarımdan ki
on binlerce kilometre yoladır geri dönüşüm
yalan mı, gerçek mi bilmediğim
o korkulu yeryüzüm.
yaprak kokmuyor, düştü belki
ne zaman battı anımsamıyorum bindiğimiz gemi.
“şerefe” sesleriyle
aşk şiirleri yankılandı boş bardaklardan
ve kırıldılar hep çok vurulmaktan.
siperlendik kavgamızda,
cephane;
doğrulardı, hani gidiveren dört yanlışla...
derdim sığmazken küçük aklıma
kıskandım zaman zaman kaygılarınızı, acılarınızı
ve memleket aşsızken,
ölüp ölüp bitmenize aşksızlığınıza,
ölüp ölüp bittim...
“rehâvî makamlı”
j.ak
10.Ağustos.2012
3 Temmuz 2012 Salı
meğer
O yaz Ağustos böceklerinin en çılgın şarkılarını söyledikleri bir yazdı. Bir semt, bir pazar, kızgın beton yığınları... En eski uykulardan derin bir sohbet var ki, gerçek oydu belki de. Hâlâ o sokağın başında, o kopkoyu sohbette bulurum kendimi ki, geçenlerde o sokaktan geçtik birlikte. Mutluluğun hüznüydü o an. Ya da hüznün mutluluğu. Hiç bir çaba boşa gitmez deyip duruyordu bir ses kulaklarımda. Bilinç altı, bilinç dışı ya da bir linç girişimi... Sadece bir an. Her biri birer fotoğraf karesi gibi ve biribirlerinden kopuk. Oysa o koyu sohbet hiç bir zaman geçmemişti aramızda. Gerçek oydu, gerçek fena oydu o an.
Deniz kuşlarını ilk farkettiğimde onlar için şiirler yazdırmıştı o farkındalık. Çünkü yazdı. Değirmendere’den kopamayışım bu yüzdendir belki de. Aklıma geldikçe, sanki oralarda hep yaz mevsimini yaşamışım gibi hissederim kendimi. Kışa dair tek anımsadığım okul servisi ve en arkadaki yerimden ön çapraza dalıp dalıp gittiğim renkler var. Turuncu ve haki yeşilin biribirine en uyumlu renkler olduğunu düşündüren renkler. Ne çok sevmişim o renkleri ben meğer...
Geriye dönüş yolunda kaybolup gider yolunu bulan sular gibi sürü sepet ben'ler. Konuşmaya hiç ihtiyaç yokmuşçasına, ne düşündüğüm sanki bilinmek zorundaymışçasına bir boşvermişlikti o. “Benim bir hayatım var!” gibi bir söz öbeği, olmayan bir beklentiye ancak bu kadar net yanıt verebilirdi ki, hâlâ şaşırabilmenin iyi bir şey olduğunu bile düşündürebilmişti bana... Fiyasko da burada başlamıştı bana göre. Hiç bir beklenti yoktu ki zaten. Olabilir miydi? Olabilirlik konusunda nasıl bir profil sergilediğimin canı cehennemeydi. O kadar hesaplı yaşamasını becerebilseydim benim adım da “akıllı” olurdu hem. Yaşam öylesine hızlı akmıştı ki o zamana değin, kimler hangi yollardan nerelere vardılar ya da vardıklarını sandılar, bilemedik doğrusu. Anlamak, anlatılarla oluşabilecek bir durum belirleyicisi değil ki. Bir sözcüğün fotoğrafı herkese farklı görseller oluşturduğu sürece de bu böyle kalmaya mahkûm... Oysa ona yüklediğim görev fütursuzcaydı, kendi gibi bilmeliydi beni. Çünkü ben onu öyle bilmiştim. Öyle...
O yüzdendi anı tozlarını havaya doğru saçıp savurmalarım. Onlar benimdiler ve ancak benim tasarrufumda o kadar yükseğe atılabilirler, ancak o derece saçılabilirlerdi...
Suyu zamanında verilmeyen bitkiler gibi büyümüş ve serpilmiş olmanın hezeyanlarıydı ilgiye ve konuşulmaya muhtaçlık, ama herkesten de saklanıp durmuştum nedense. Bir kez bile maçımı izlemeye gelmemiş olan anneme de dahil olmak üzere, gereksiz bir ayrıntıdan ibaret kaldı bir süre sonra herkese dert anlatmak. Kâşifler devri çoktan bitmişti, bu yüzden de kimseye bahsetmedim keşiflerimden. Renk körlüğü bile keşifler arasındaydı ve yeşile mavi, turuncuyaysa sarı denmesine dayanmıyordu bu yürek!
Nasıl da üzülüyorum sahaya sıçma hissiyle çıkmış o kız çocuğunun tribünlerde annesini ararken takındığı o şaşkın ve çaresiz tavra şimdi. Saçlarımla oynama tikim ilk kez gözlerim tribünleri kolaçan ederken oluşmuş ve antrenörüm herkesin önünde “önüne baksana ne yapıyorsun?!” diye azarlamıştı beni. Sesler bir anda buza kesmiş ve yalnızca topun parke zeminde yankılanan ritmi kalmıştı kulaklarımda. Korkmaktan korkmanın saçmalığını, tribündeki reddimle harmanlayıp, her bir seyircinin sanki bunu biliyormuşçasına bana hiç gözükmeyişleri ve tüm antogonist duygularımın harekete geçmesi, davranış bozukluklarımın tamamına zemin hazırlayabilir miydi? “Kavgalar hayatın olmazsa olmazı.” yolunda bir bilgeliğe(!) çanak tutabilirdi belki. Konuşarak anlaşmak olanaksız. Çünkü herkes bağırıyor. Örnek aldığım herkes. Annem, antrenörüm öğretmenim.
Mehmet Çolak. Türkçe öğretmenim. En çok onu seviyorum. Şiveli olmasına karşın Türkçe’yi çok düzgün kullanıyor. Mevsim geçişlerinde üzerindeki kıyafetlerin naftalin kokmasına, ispanyol paçalı gabardin pantolonunda iki ya da üç çizgi olmasına, renk uyumundan bîhaber olmasına karşın, temiz pak bir adamdı. Kemerli ve kanatları iki yana doğru yayvan bir burnu olmasını, sürekli olarak onu işaret parmağıyla karıştırıyor olmasına bağlayışıma hâlâ gülerim. Mehmet Hoca, müzik öğretmenimiz olmadığı için müzik derslerine de girerdi ve notaları asla doğru sesleyemezdi. Bunu bilir ama ona hiç bir şekilde söylemez, dersi anlatmasını izlerdim sadece. Öyle sert ve ani dönüşler yapardı ki önemli bir şeyler anlatırken, kalın bağlanmış kravatı onca kısalığına rağmen havada bir yay çizer, ön sırada oturanlara hafif bir rüzgâr estirebilirdi tütün kokusuyla karışık. Bu adamın doğru bildiğinin ardında bu kadar sert ve keskin durmasıydı bekli de tam olarak ona hayranlığımın nedeni. En çok önemsediğim ders Türkçe olmasına ve adeta kımıldamadan onu dinliyor olmama karşın günün birinde konuşanın ben olduğumu sanıp yüzüme sert bir tokat aşkettirmiş olması, “yanlışlıkla birine vurmayı” legal hale getirmişti gözümde ve keşiflerden de sadece biriydi... Kazayla adam ölüyor lâfını haklı kılmaya çalışan otoritelerce yıllardır bu millete neler yapıldığına anlam vermek ve aradan sıyrılıp kazık kadar olunca bunların tamamının insana dair işler olduğunu anlamak ve sonra da mizahî bir anlatımla “az gelişmiş ülkenin az gelişmiş çocuklarıyız”a montelemek son derece yakışıksız esasen. Ama neylersin, dere kenarında yetişen koyu yeşil maydonozlarız biz, en keskin havalarda bile dimdik ayakta kalabilen... Tıpkı ayakta ölen bir paranoyak gibi, durum kollarken bulduk hep sonra kendimizi...
Seninle sohbet etmeyi çok özledim. Ki hiç etmemiştik. Bunu söylemiş miydim bilmiyorum. Hep üstünkörü konuşmalar nedense. Ne kadar kendimi ortaya koyma çabasında olduysam, o kadar ele verdim sakat taraflarımı. Gereksiz bir çırpınış bu tabii ki. Ama bazı refleksler hiç değişmiyor, tikler gibi tıpkı. Ben hâlâ dert anlatmak ihtiyacında olduğum zamanlar, saçlarımla oynarım...
Depremde zarar görmemiş oturduğumuz ev. O evin birinci katındaki balkon kesinlikle daha büyüktü eskiden. Sokaklara doğru gitar çalmak, tribünlere karşı top oynamak kadar anlamsızdı ve gözlerim kimselerin geçmediği o yolda aslında yalnızca bir kişiyi arar dururdu. Çünkü "Let it be" sıkı parçaydı...
Bir semt, beton yığınlarından yüzüme vuran sıcak, oralarda bir yerlerde olmak ve cesur ama aciz parmaklarımla çalmaya çabaladığım gitar neredeyse bir tapınma aracına dönüşüyor, zaman öylece duruyordu. Çizik bir plâk gibi aynı yerden başa sarıyordu kavgaların süt dökmüş bir kediye dönüşünü tekrar tekrar dinlemek. Bir yanı tereddüt, diğer yanı limitsiz güven.
Ne sanat ne metafizik ne de diğer değerler derman olmuştu o yazın sonunda yaşadıklarıma. Ki bir yanda emek ucuzladıkça, diğer yanda konforun arttığı bir dünya gitgide meşrulaştırılmıştı göz göre göre. Kaygı, önüne geçilmez bir duyguydu artık. Uyku zamanları azaldıkça, karanlık anlamsızlaşıyor, gece o güzel büyüsünü yitirdikçe, ben de yitip gidiyordum sanki... Bir süreliğine buralarda olamayacaktım ve bunun kimseyi ilgilendirmediğinden de olabildiğince emindim. Nasıl olsa dertleşmek benim işim değildi, bu yüzden rahattım. Ekmek almaya bile çıkmaksızın aylarca evde olmak, hiç canımı sıkmıyordu. Evde televizyon, internet, telefon gibi iletişim araçlarının olmaması da umurumda değildi. Eve gelen dostların çağrılarını yanıtsız bırakarak dışarı çıkmayı istemememin ardında neler olduğunu daha sonra öğrendim ki, kendimden korkmayı, korkmaktan kormak kadar saçma bulduğum için o kısmı da es geçtim... Okumak bile huzursuz ediyordu. Başladıktan iki sayfa sonra sinirlenip kenara atılmış kitaplar mezarlığı, kütüphanenin en alt rafıydı ve oraya konuyordu bir ihtimal elim deyer de belki daha sonra okumaya katlanabilirim diye... Bir çoğunu sakince okudum bir ara, sinirlenmenin oldukça yersiz olduğunu anlamıştım. Odada dekorun bir parçası gibi öylece oturmak ve hiç bir şey düşünmeden karşı duvara bakmak, yapılabilecek eylemlerin en doğrusuydu. Kavganın ve dövüşün en büyüğü, en canhıraş, en yaralayıcı olanıydı. Renkleri, hele turuncuyu ve hâkiyi asla algılayamadığım bir dönemdi o yaz sonu, ki her şey gibi geldi, geçti gitti. Ben oralarda değilken gitti üstelik. Onu uğurlayamadım bile...
Ardıma bakmaya fırsat bulamadım. Çünkü önümde beni girdap gibi içine çeken bir tempo oluşmuştu. Ayaklarımın feci bir şekilde koktuğunu hissettim. Doktor bunun nedeninin hareketsiz bir yaşam olduğunu söyledi. Ben ve hareketsizlik... Neyse ki ayaklarımdaki o iğrenç kokudan bir ay sonra eser kalmadı. İlginçti insan denen organizma. Şartlara göre kendini şekillendiriyor, alışageldiğinin dışına çıkılınca değişik reaksiyonlar verebiliyordu. Tabanları iyice yağlamıştım artık. Dışarısı olabildiğince hızlı ve gündelik bir ritmle akıyordu. Yakalayamıyordum. Bir ara hırs yapıp içine girmişliğim bile vakidir ama bir süre sonra öylesine anlamsız geldi ki... Bu inanç ve güven kaybını sorgulamam gerekiyordu. Anlaşılmak gibi bir kaygım kalmamıştı ama anlamak önemliydi.
Ancak gelinen yerde gördüm ki, kimse kendini anlatmıyor, herkes kendini adeta pazarlıyordu... Kimileri dini kullanarak, kimileri Atatürk’ü, Kemalizm’i kullanarak pazarlıyor, kimileri de devrimciliği ve solu kullanarak yapıyordu bunu... Asgari maaşların 700 tl. civarında olduğu yarısı aç bir memlekette hergün 50 lira 100 lira hesabı birahane masalarına bırakarak, yardıma gidenleri de o masalara meze eden devrimcilerle(!) dolmuştu ortalık... Meğer... Ya da hep öyleydi. Hep öyle!
Kurulan tüm cümlelerin kapı kulu askeri meğer!..
Bu dünya oyun oynamak için gerçekten de çok darmış...
Bizlere kimse oyun alanı bırakmamış.
Ben o renkleri ne çok sevmişim meğer...
Derin derin sohbet etmeyi de çok özledim üstelik.
Ki bilirsin, daha önce hiç sohbet etmemiştik...
“MEĞER”
j.ak
3. Temmuz.2012
2 Temmuz 2012 Pazartesi
adresler
yıllardır aynı adreslerde yokluk
ve kayıtsız burjuva rehavetinde
verilen her soluk
makarnalar yağdı ödüllü nobelli
bardaktan boşanırcasına,
şimdi artık
hepimiz şuyuz, buyuz...
aşk da kurban gitti bu arada
dur durak bilmeyen inanç tutkusuna
sessiz düşünebilmeyi başardığımda
bir ara uğrarım yanına.
unutmadım oysa dile kolay
kim bilir hangi çocukluğumda
verirken bakkala,
iki ekmek bir gaste parasını
içimden mırıldanırdım
malûm Lennon parçasını.
yıllardır aynı adreslerde,
mülkiyet meltemi eserken ılık ılık,
ılımlı bir ab grubu programı başlar
ki hiç bitmez
ki hiç bitmez...
“adresler”
j.ak
24.Haziran.2012
31 Mayıs 2012 Perşembe
GÖKKUCAĞI
tepemizde bir çardak,
çaresiz aminler sızar
üzerini örten
hasır deliklerinden.
ne fırtına, ne yağmur,
ne çamur deyer
ne çamur deyer
ve hasır altı devleri
devir daimleri bu yolların
iyimserlik sıkça müdavimi
olmayacak duaların
duygular,
ellerine karışmış aklın
ki,
ellerine karışmış aklın
ki,
emekler gibi nasır...
ve emeklerken
söze yazılan tek satır,
hüzmesinde niyet yağmurlarıyla
yıkanır.
“gökkucağı”
j.ak
31.Mayıs.2012
25 Mayıs 2012 Cuma
dün
soğuk düş etkisi cemre
iz sandık aynada.
karar karartmasına dünkondu
adı değişmiş
günün.
unuttum üstelik;
hüzün,
kaçıncı yıldönümün?
bağırtılar boynumda
ölümcül birer düğüm.
çare infaz edildi!
yalnızlık serbest
sürtermiş ayağımız
bilmediğimiz dillerde.
zamansız bir günbatımı
yaramızı örtermiş
ol emri öldürürken
umudu
karar karartmasına
dünkondu.
“dün”
j.ak
06.Mayıs.2012
13 Nisan 2012 Cuma
kan basıncı
sözcükler
rampa çıkışlarda
artıyor
mütemadi kalp vurum sayısı
ki
tempo yanlış,
kimler
varmış, turnikede ıskalanmış
solgun
sesler meğer birer barikatmış.
yenilmek
oysa yalnızca yanılmak
ve
tozlu ayaklarından bir çift sözü
yokuş
aşağı atmak.
şu tiyatro,
bu kitap
ve falanca
festivalken
sözleri
derleyen,
su
faturası, ev kirası
ve çocuğu
yetiştirmedeydi
terleyen.
engelli
koşuların devrik tahtaları,
bilinmeyen
yerdedir şimdi
varış
levhası
Avrasya
romantizmi de bir yere kadar,
köprüleri
sallar
aynı
tempoda koşanlar.
unuttum
gitti, nerede kalmıştık
sözcükler
rampada, bir teknik molada
dengesizlik
kaçınılmaz
kan
basıncı artınca
unuttum
sahiden nerede kalmıştık?..
yenilmek
oysa yalnızca yanılmak
tozlu
ayaklarından bir çift sözü
yokuş
aşağı atmak.
sakince
yürüyene
koşarak
yenilmişiz
yanyana
bile oysa
gelememişken
yoldaki
sözcüklerimiz...
“kan
basıncı”
j.ak
13.Nisan.2012
sakın gitme
yapılacaklar
var daha, liste uzun
yol
da.
ardından
üzülmeyi hiç hesaba katmıyorum
ancak
kızabilirim.
bir
minibüs mesafesi geliş gidişlerim
ki
yapılacaklar var daha!
söylemiş
miydim?
bir
atkı örmek için hani söz vermiştim,
içiyorduk
o sıra, seslememiş olabilirim.
üstelik,
omurgasında
varken dışa doğru bir eğrilik,
ilk
kez görüyorum
böylesine
alnı açık ve dik
durabilen
birini.
şimdi
diyeceksin ki,
on
kişiden dokuzu diyor dediklerini
söcükler
anlamını yitirdiğinden beri,
söyleyenlerle
oldu benim işim
ve
bir minibüs mesafesi şu geliş gidişlerim
sırada
kaç 1 Mayıs var?
skor
tahtasında olmayan rakamları
tebeşirle
yazarız.
yazlarımız,
yolsuz
ayazlarımız var yolda.
kızabilirim,
sakın
gitme!
“sakın
gitme”
j.ak
27.Mart.2012
8 Nisan 2012 Pazar
SPOR GERÇEKLERİ
Modern spor dört aşamadan geçerek
küreselleşti:
1.
Aşama, Fabrika aşaması:
Sporun ilk aşaması fabrika özelindeydi. Bu aşamada öncülük
İngiltere’deydi. Sanayi devriminin ilk dönemlerinde İngiltere’de işçiler, yoğun
bir çalışma içerisine sokuldular. Bu dönemde işçiler günün yarısından çoğunu
makinaların başında tüketiyorlardı. Sermayenin işçilere sunduğu ucuz birayla
sözümona günün yorgunluğu gideriliyor, işçiler kendilerini yeniden üretemeden
makinaların başına dönüyorlardı. Böylece sermaye işçileri rahatça
denetleyebiliyordu.
Bu durum daha sonraları işçilerin örgütlü mücadeleleriyle biraz olsun
değişti. İşçilerin çalışma süreleri gün be gün azaldı. 1 Mayıs 1848’de işçiler
on saatlik mesai hakkını kazanmışlardı. Artık işçilerin kendilerini yeniden
üretebilecekleri özgür zamanları vardı. İşçinin özgür zamanı sermaye için büyük
tehlikeydi. İşçiler, özgür zaman süresinde kendilerini yeniden üretebilir,
sermayeye karşı örgütlenebilirlerdi. İşte sermaye bu arada sporu yeniden
keşfetti. Fabrika takımları kurarak, fabrikalara bir aile görüntüsü vererek,
sınıf dayanışmasını bir ölçüde gerilettiler. Sınıf çelişkisinin yerini,
“fabrika ailesi” çelişkileri aldı. Firma aşkı sınıf mücadelesini unutturduğu
için, saflar yapay olarak sermayedarların isteğine göre oluşturuldu. İşçisiyle,
memuruyla, patronuyla bir taraf; yine işçisiyle patronuyla memuruyla karşı
taraf olarak, kıyasıya spor adlı serüvene atıldılar.
Bu serüvenin sonucunda kazanan taraf kuşkusuz emekçiler değildi. Son
çözümlemede atılan gollerin tümü, patronların hanesine yazılıyordu. Sporda
aslan payı yine patronların tekelindeydi.
2.
Aşama, Mahalle Aşaması:
Fabrika
aşamasının getirdiği avantajlarla, egemenler sporu, özellikle futbolu
mahallelere taşıdılar. Egemenler mahalle takımlarını kurdular. Burada amaç,
değişik kesimlerdeki değişik kategorideki insanları karşı karşıya getirmek ve
onlar arasındaki sınıfsal çelişkilerin yerine, sahte dostluklar sahte
düşmanlıklar yaratmaktı. Kuşkusuz burada kaybeden, sınıfsal yapısı itibarıyla
sermayeye karşı mücadele verebilmek için, dostluk dayanışma ve kardeşlik
duygusuyla örgütlü olmak zorunda olan işçi ve emekçilerdi. Uyduruk spor
çelişkisiyle işçiler ve emekçiler mahalle aşamasında da karşı karşıya
gelmişlerdir. Mahalleler mahallelere rakip yapılmış, sermayenin isteği bir
ölçüde yerine gelmiştir.
3.
Aşama, Kent Aşaması:
Özellikle kitle iletişim araçlarının
yaygınlaşması aynı zamanda burjuva spor düzeninin kentlere taşınmasını da
peşisıra getirdi. Artık spor, kentler arası bir yarışmanın bir savaşımın
öznesiydi. Böylelikle sermaye spor aracılığıyla kitleleri sömürünün kaynağından
başka taraflara uzaklaştırabiliyordu. Bu aşamada ülkemizde yaşanan bir örnek
hâlâ kara bir leke olarak spor tarihimizde duruyor. Anımsamak gerekirse; İkinci
profesyonel liglerin oluşturulduğu dönemde, bir Kayseri-Sivas faciası
yaşanmıştır. Kayseri’de oynanan Kayseri-Sivas maçı sonrası provokatörlerin
körüklemesiyle çıkan olay alevî-sünnî çatışmasına dönüştürülmüş, sonuçta yaklaşık
kırka yakın vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Bugün bile hâlâ bu yaralar
sarılmış değildir.
4.
Aşama, Ulusal Aşama:
Sermaye sporu keşfetmişti. Spora kendi
ideolojisinin damgasını vurmuştu. Ekonomik sosyal, kültürel olaylar sonucunda,
ezik düşmüş ulusların bu duygularını tamir etmek için sporu önlerine sunmuştu.
Sporda kazanılan her başarı sözde ulusların yükselişini simgeliyordu. “Avrupa
avrupa duy sesimizi, bu gelen Türklerin ayak sesleri”, “Samiyen herkese mezar
olacak!” vb. sloganlar Avrupa karşısında her alanda olduğu gibi sporda da
ezikliğimizin tepkisiydi. Sonuç olarak spor dediğimiz etkinlikler, yeni aşamada
ulusları bile aşmıştır. Yakın gelecekte ulusal maçların yerini holding
kulüplerinin alması kaçınılmaz görünüyor.
İngiliz
Emperyalizmi ve Spor
G. Petrof “Ak Zambaklar
Ülkesinde” adlı yapıtında o dönem Avrupası’nda futbolun gelişmesini şöyle
anlatıyordu: “Napolyon yirmi ulusun kuvvetlerini Rusya’ya karşı topladı.
Moskova’ya kadar vardıysa da burada yok edildi. Fransa’ya güçsüz dermansız
döndü. Napolyon’un savaşlarından çok yorulan Avrupa toplulukları, İngiltere’nin
sürekli savaşların baş sorumlusunu (Napolyon’u) yakalamasından memnundular.
İngilizler’in yenilmez enerjilerinin önünde saygıyla eğiliyorlardı. Avrupa
gençliği kendilerini İngiliz sporlarına, bu arada İngiliz sporlarının en kaba
biçimi olan, bir topu tekmelemekle oynanan futbola vermişti. Futbol din gibi
birşey olmuştu. Ondan çok zevk alıyorlardı. Onu bir bilim, bir sanat durumuna
getirdiler. Futbol bütün bir kuşağın düşüncelerini,gözlerini kaplayan garip bir
tutku olmuştu.”
Tarihsel bir döneme “Güneşi Batmayan Ülke” olarak damgasını vuran
İngiliz emperyalistleri tarafından sömürge ülkelerine taşınan futbolun
yaygınlaştırılmasındaki temel etken kuşkusuz yalnızca eğlenmek, oyalanmak
değildir. İngiliz emperyalistlerinin ideolojik araçlarından biridir futbol. “Asılacaksan
İngiliz Sicimi ile Asıl” yaklaşımı, “Oynayacaksan İngiliz Gibi Oyna” olarak
kendisini futbolda ortaya koyuyordu. İngilizler için şekil değil, sonuç
önemliydi.
Emperyalist kapitalistlerin kitleye yaklaşımını sporun içeriği çok açık
ortaya koyuyordu. “Güçlüler ayakta kalmalı, zayıflar ayıklanmalı”, daha başka
bir deyişle “itaat etmeliydi.”
Finans Kapitalin Sporu
Günümüz sporuna finans kapital damgasını vurdu. Zaten kirli olan
spordaki ilişkiler iyice kirletildi. Yeşil çuhalar yeşil çimlerden daha da önem
kazandı. Şike, kumar, siyaset, doping, mafya, şiddet, küfür vb. illetler sporu
bütünüyle kuşattı. Oyundan spora büyük bir yabancılaşma yaşandı. Oyunla bütün
bağlarını koparan ve vahşi kapitalizmin ideolojisiyle sarmalanan spor, metalaştırıldı.
Sporcular da şovmenleştirildi. Spor oyun, sporcu da oyuncu olarak kalamadı;
Oyunla sporu eşitlemek olanaksızlaştı. Arenalar postmodern bir tapınağa
dönüştürüldü. Spor kitleleri avutmada, uyutmada dini bile solladı.
Çocuklar, gençler en doğal hakları olan oyun alanlarından yoksun
bırakıldı. Oynayamayan, yalnızca seyreden bedensel ve ruhsal açılardan
sağlıksız bir nesil yaratıldı. Spor kazanç hırsını yaydı. Gençlere sporla
köşeyi kestirmeden dönme umudu aşılandı. Bireysel kurtuluş umuduyla spora
sarılan apolitik bir gençlik oluşturuldu. Gençler tembel öğrenci, kaytaran
çırak olarak gelişme çağını tüketti ve entelektüel açıdan çok geri kaldı. Dönen
spor çarkı özgürlüğü değil, sömürüyü yeniden üretti durdu. Frankolar Salazarlar
(3F’ler) unutturuldu. Finans kapitalin spor arenalarındaki “Çağdaş Gladyatörlük
Düzeni” tartışılmaz bir tabu yapıldı. Estetik bir ameliyatla masumiyet maskesi
takılan spor; Sağlık, eğitim ve üretim ilişkilerinin dışına itildi.
Yaşam kalitesinde Türkiye’nin benzeri Avrupa ülkeleri karşısında geri
kalmasında sporun da önemli rolü vardır.
“Yaşam” ve “sağlık” konusunda Türkiye’nin
durumunu en ileri ülkelerle değil, aynı “küme”de bulunduğumuzu varsaydığımız,
on iki Avrupa Birliği ülkesi ile kıyaslamalıdır.
“Renk körlüğü” “kent aşkı” sürekli
körüklendi ve sporda taraf olması gerekenler de fanatik taraftar olarak bu
kervana katıldı. Sınıf bilinci arenalarda geri plânda kaldı. Sınıftan yana
olduğu savında olanların spora yaklaşımları da bilimsel değil, tepkisel oldu.
At yarışları, İddia, Spor-Loto, Spor-Toto ve benzeri sözde şans oyunları, özde
kumar tutkusunu ön plana çıkardı. Yerli yabancı sporcu transferleri, ligin
falına bakılması aydınların da uğraşları oldu. 12 Eylül döneminde futbolun iç
politikaya dönük işlevinin tamamlandığı, spora ve özellikle futbola büyük
yatırımlar yapıldığı görülemedi. “Politika tatile çıktı, yaşasın futbol”
söylemiyle yazarlar, çizerler, sanatçılar, edebiyatçılar ve hatta sendikacılar
tribünde yerlerini aldılar. Ve biraz da ‘entelektüel solun’ üzerinden “spor,
imtiyazları eşit bir kamusal alandır” masalı kitlelere yayıldı. Spor ortamı
bütünüyle Üç Maymun’u oynayanlarla oynatılanlara kaldı.
Patronların, Şirket Kulübü Yerine Kitle Kulübü Tercihi
1950’lerden itibaren ağızlarda sakız
yapılan “futbolda çağdaşlaşma, kulüplerin şirketleşmesinden geçer” tekerlemesi
nedense bugüne kadar ağırlıklı olarak yaşama geçirilemedi. Bunda en önemli rol
kuşkusuz kulüpleri yöneten ağalarındır. Yönetime seçildikleri andan itibaren
gizli-açık, özel işlerini yönetici kisvesiyle güven içinde yürüten işadamı
yöneticiler, şirket kulübü olmak yerine kitle kulübü olmayı yeğlediler.
Böylelikle kulüpleri yöneten patronlar, hem geniş tanıtım olanaklarına
kavuştular, hem de paracıklarını riske atmadılar. Kendi özel işlerini
verimlilik ve kârlılık prensipleriyle yönetip, holdingleşen bu patronlar,
yönettikleri kulüplere bu anlayışlarını taşımadılar, yönettikleri kulüpleri
borç batağına attılar.
Kitle kulüpçülüğü uygulamasının sermayeye
daha çekici gelmesinin ardında şu gerçekler yatmaktadır: Spor etkinliklerinde
kamu yararı gözetiliyor iddiası ortalığı tozu dumana katmakta, sonuçta
patronlar belediye başkanlarını, valilikleri, emniyet amirlerini kolayca
devreye sokarak şahsi işlerinde kullanabilmektedir. Şu anda Türkiye Profesyonel
Ligleri’nde yer alan kulüplerin yönetimleri ya doğrudan belediyelerin sırtında,
ya da dolaylı olarak belediyelerin sorumluluğundadır. Nereden, nasıl, neyin
karşılığında sağlandığı belli olmayan, büyük ölçüde kayıtlarda belirtilmeyen
ekonomik olanaklar, gerek transfer ve gerekse tüketim, adresi belli olmadan
bazı kişilerin hızlı ve yaygın tanıtımları için kolaylıkla çarçur
edilmektedir. Türkiye’de kulüp kasasıyla
yöneticilerin cepleri birbirine karışmakta, bu arada hatırı sayılı miktarda
dolara duş yaptırılmaktadır.
Transfer mi Köle Ticareti mi?
Sanılanın aksine, Türk futbolu gelişmedi,
yalnızca tekelleşti ve yabancılaştı. Transferde dönen baş döndürücü rakamlar
tavan ile taban arasındaki uçurumun giderek derinleşmekte olduğunun açık
kanıtıdır. Gerçekte, transfer adı altında sporcuların sadece emekleri değil,
kendileri de pazarlanmaktadır. Futbolcu döktüğü terin karşılığını belirleyen
tartışmaya özgürce katılamamaktadır. Daha da doğrusu futbolcu örgütsüz olduğu
için, yönetici ile masaya eşit koşullarda oturamamaktadır. Köle pazarındaki
uygulamayla, futbol emekçilerinin alım, satım, kiralama işlemleri büyük
benzerlikler göstermektedir. Transfer yönetmeliklerinde sporcuya çalışacağı
işyerini bile özgürce seçebilme yolunu tıkayan bir sürü engel bulunmaktadır.
Yürürlükteki yasalar ve yönetmelikler, sporcunun özgür bir birey değil, sadece
meta yani “mal” olduğunu ortaya koymaktadır. Kulüp ile futbolcu ilişkisi, işçi
ile patrondan çok, efendi ile köle arasındaki ilişkiyi anımsatmaktadır. Kesin
gerçek şudur ki, yasal süresi belli olmayan futbol emekçisinin geleceği,
yöneticilerin iki dudağı arasındadır. Kısacası günümüzdeki transfer
uygulamasının en iyi tanımı “meslek yaşamının herhangi bir aşamasında nerede,
kiminle çalışacağı konusunda her türlü söz hakkının futbol emekçisinden
esirgenmesini amaçlayan bir kısıtlayıcı ağ” şeklinde olanıdır.
Modern sıfatlı sporlar başlangıçta
egemenlerin uğraşı oldu. Egemenlerin sınıfsal çıkarları gereği sporu işçi ve
emekçi sınıflara yayma girişimleri, önceleri işçi sınıfının önderlerince sert
tepkiyle karşılandı. İşçi önderleri sporu bir “Truva atı” olarak değerlendirdi.
Sınıf mücadelesinde burjuvaların avantaj yakalayacağının bilincine varan işçi
ve emekçiler, İsveç’de 1891 yılında yayımladıkları işçi gazetesinde spora karşı
tepkilerini, şu sözlerle dile getirdiler: “Spor, iş ve çalışmanın kötü bir
taklididir. Bu nedenle de toplumun tembel ve üretime katılmayan kesimleri
tarafından uygulanır, onlar tarafından el üstünde tutulur. Bu niteliğinden
ötürü sosyalist devrim, spor etkinliklerine son vererek, bu çöküntü dönemini
kapatacaktır.” Yine 1912 yılında İsveç Sosyal Demokrat Gençlik Dernekleri Federasyonu,
yayımladıkları bildiride spordaki şovenist gelişmelerin altını
çizerek şu görüşlere yer verdi: “Sosyal Demokrat Gençlik Kulüpleri’nin görevi,
bu kötü spor ilgisine karşı savaşım vermektir.”
Özellikle sporun günümüzdeki şövenist anlayışına karşı çıkmak başlıca sorunumuz olmalıdır. İşçi sınıfı
hareketinin amaçladığı ekonomik ve sosyal devrim, ancak halk sağlığı sorununu
çözebilir. Almanya ve İskandinav ülkelerindeki işçi önderlerinin “burjuva
uğraşı” tespiti ile spora karşı aldıkları tavır sporun işçi sınıfı saflarında
yayılmasını engelleyemedi. Bunun üzerine işçi önderleri tavır değiştirerek
“Spor bir halk hareketine dönüşmüştür. Kapitalist sistem sürdükçe spora sosyalist
bir öz vermek olanağı yoksa o zaman işçi ve emekçiler sporda ayrı örgütlenmeye
gitmelidirler” tezini savunmaya başladılar. Bu tarihsel yanılgı ve teslimiyetin
sonunda sadece Almanya’da işçi spor kulüplerine kayıtlı işçi sporcular
kolaylıkla SA’ların hedefi oldular. Azımsanmayacak sayıda işçi sporcu SA’lar
tarafından katledildi. Sözün özü, emekçiler spora karşı çıkmakla ya da sporda
ayrı örgütlenmeye gitmekle spor ortamında var olamadı.
Sözün özü, Spor arsada güzel ve temiz, borsada çirkin ve kirlidir!
Sözün özü, Spor arsada güzel ve temiz, borsada çirkin ve kirlidir!
(Spor emek-sen)
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)