16 Ocak 2011 Pazar

ARZIN GÖNÜL GÖZÜ

umutlar koşar adım
damarda can niyetine,
bir ok daha deymişti
arzın gönül gözüne.

soru neydi, cevap neydi
hatırlamaz oldu us
akıntıya kapılmış
gidiyordu bir ulus.

kaybedilen hep kandı
umutlar pompalandı.

gördüğüm bir kâbustu;

yaralı bir bedende
beyaz gülüşlü gecede
görünmez gelecekte
cansız bir fotoğraftı…

gözlerin boyanmıştı
ve entarin hazırdı
hem de
çiçekli basmadan
giyme onu üzerine
siyaset bir kâr hane,
satar deli divâne.

mis kokulu 
kitapları ol tarihin
ve can suyu
ok atılmış çiçeklerin
hiç yakışmaz sana bil
giydirilen o elbise
sil gözünden boyaları
akan bütün yaşları
onlar ki bu düzenin
kirli aldanışları…

her dem kaybolan dündü
gidenin önünde duran
masallar hep öcülü
yarınlarsa ölüydü.

sevgiler setleridir
yüreğinde bu milletin,
bağrında toprak kokusu
tadında tuz…

“arzın gönül gözü”
j.ak
16.Ocak.2011

15 Ocak 2011 Cumartesi

Ama ile başlayan durumlara dair...

“İdealler kovalarken peşlerinden,
ezip geçtiler üzerlerinden…” sesleriyle uyandım gördüğüm kâbustan.

Sorumluluklar, belli bir seyirde yol alırken üst üste binen tülden giysileri olur hayatımızın farkında bile olmadan. Sosyal hayatın olmazsa olmazı, tabii ki o çarkın içinde ne kadarlık bir kısmınızın yer aldığıyla da az çok ilişkili bir durumdur bu. O katmanların çokluğuna göre şekillenmekse, bilinçli ya da bilinçsiz tercihlere ve kararlara göre gerçekleşir.

Doğar doğmaz ilk bilinçli gülücükle başlar karşılık algısı ve istenen şeylerin yaptırımında ağlamanın oynadığı rolün keşfi. Doğar doğmaz cinsiyete göre renkler olur giydirilen, koşullara göre de hayata kaç sıfır galip ya da mağlup geldiğinizdir sizi asıl bekleyen.

Bütünüyle edilgen bir hayata doğurduğumuz çocuklarımız gibidir çıkarsayabildiklerimiz de. Ne var ki göz göre göre sahipleniriz. Çünkü sahiplenmek bizi biz yapan(!) en önemli gerçektir(?). Paranın aldırabildiklerinden tutun da, şiirler yazdıran duygulara kadar. Unvanları, renkleri, takımları, partileri, siyasi görüşleri ve sevgileri… Kapitalist sistem insan doğasındaki bu psikolojik hazır bulunuşluluğu bütün dayatmalarında “kullanır kullanır bitiremez…”

Hayal gücüne getirilen sınırlamalar da sistem gerçeklerinden nasibini almıştır. Anne de artık hayatın içinde çalışmak ve üretmek durumunda olacağından okula gidip sosyalleşme yaşı git gide ufalmıştır.

Yedi çok geç”tir(!)

Düşününce gerçekten de yedi çok geç! Büyük kızıma dört yaşındayken büyüyünce ne olmak istersin diye sorduğumda bana “gitar” olacağım demişti. İşte bu “hayal gücüdür” ve sistem çocuklarımızdan bunu da çalmanın peşindedir. Neden gitar olacağını sorduğumdaysa bana “çünkü sesi çok güzel” demişti… Onu gereğinden erken okula yollasaydım muhtemelen o yaşta bir çocuktan “doktor”, “hemşire” gibi bir mesleğin adını duyacaktım.

Zaman zaman sosyal atalet insana bir çocuğun hayal dünyasından da geniş düşünebilme imkânları sağlayabilir. Hayatımda bunu hep sevmişimdir sosyalliğimi de sevdiğim kadar…

Ancak en başa dönecek olursak seçimlerimiz ve tülden katmanlarımızın çokluğuyla paraleldir bunu doya doya yaşayabilmek ya da asla yaşayamamak. İşte sorumluluklar burada başlar korkutucu olmaya ve olmadık elbiseler giymek durumunda kalırsınız.

Hayat, kapitalizmin yarattığı  “nimet”(!) lerine gark eder sizi ve okula gidersiniz, eğitiminizi  tamamlarsınız. Askerliğinizi de yaparsınız. Her şey tamam mıdır? Ailenin mürüvvet beklentileri eşliğinde   eros aşk  okunu saplar ve evlenirsiniz. Aile denen o kurumun birer hizmetkârı olmuşsunuzdur artık. Bir ev vardır ve o evin geçiminin sağlanması gerekmektedir. Bununla biter mi peki? Hayır, çocuklar ailenin olmazsa olmazı, o kurumun sağlamlaştırıcı öğeleridir. Hayır ben bu dünyaya çocuk getirmek istemem diyenler ve bunu uygulayabilenler çıksa da on binde ikilik üçlük değerlerini korurlar. Büyük bir çoğunluk içinse geleceğe miras bıraktıkları  genleri; yavruları için, yeniden başlar hayattaki yolun seyri. Farklıdır artık her şey. Öncelikler değişmiş, hayata ölene değin bir ara verilmiştir.

Çocukluk arkadaşımın ikiz bebekleri olacağının haberini aldığımda hem çok sevinmiş hem de bir parça hüzünlenmiştim. Ona “duruşundan ödün vermek zorunda kalmamanı dilerim” demiştim. Yirmi yıldır rock müzik yapıyor ama gerçek anlamda rock müzik yaptığı için reklamın, sponsorun ve televizyon denilen komikliğin içinde yer almamış ve sadece yaptığı albümlerle söylemiştir söyleyeceklerini. Bilenler gider albümünü alır, bilmeyenlerse yoksun kalır. Hiç reklamı yapılmamış iyi bir kitaba benzetirim onu…

Ancak toplum geneline bakılınca neyi neden yaşadığına ve seçimlerinin bile gerçekte kendisinin olmadığına vâkıf insan sayısının çok az olduğu can sıkıcıdır maalesef. Beklentilerimiz hep yaşamsal ödünlerin dik bir duruşa karşı neden verilemediğiyle alakalı olarak kavgalara sevk eder söylemlerimizi. Tipik bir anne lâfıdır:

“çocuğun olsun da görürüm ben seni!”

Bu söz öbeğinin gerçekte ne anlama geldiği çocuk olmadan önce hep tahminler ile şekillendirilir. Gelin görün ki o sorumluluk en gerçek olandır. Bir insan çocuğu için her şeyi yapar çünkü. Hele memleketim gibi cahil bir kitlenin çokluğunda bu durum “her şey”in içine ilkel davranışları bile rahatça sokabilir.

Uyunan uykunun sekiz saatliğine kadar karar vermiş olan bir sistemin var ettiği damızlıklar gibi dayatılmış daha ne var ne yoksa nehrin seyrine kapılan bütün çer ve çöp ile beraber hızlıca akarken unvanlar, renkler, takımlar, partiler, siyasi görüşler ve sevgiler “olunur…”
Hep bir şeylerin değişmesini istiyoruz ama “kimse pozisyonunu ve rahatını bozmak istemiyor.”da takılıp kalıyoruz. Nasıl takılmayalım ki güzel bir kitap okurken:

“anneee bittiiii !!!”  nidâsıyla bölünürsünüz?

Ya da onun kabakulak hastalığı dönemi ateş nöbetlerini beklerken kitabın neresinde kaldığınızı da unutursunuz. Ha ayraç mı tabii ki vardır ama konu uçmuş gitmiştir bir kere.

İşte hayatlar küçük krallıklarda bu seyirde akıp gidiyor koskoca bir çoğunluk için…

En cahil ve ilkelinden, en okumuş ve kendini bilenine(!) kadar. 

Bu yüzdendir ki, düşüncelerini bölmekten uzak kalmış toplumlarda maalesef eylemek, söylemek ve hatta düşünmek; üniversite gençliğine ve aydınlara bırakılmış olup:

“banane ben mi kurtaracağım memleketi” şekline bürünmüştür.

Ama aynı zihniyet iş ahkâm kesmeye gelince mangalda kül bırakmaz! 

(karalama, kararlama, herkesçe bilinenler...)

Kalp Hayat Diyarı


sevgiden bahsedilmeyen
yalanlar diyarında
gönülleri fanusta.
geçimler ezbere roller
seyirlik hareketler
konuşmuyordu gözler

kesişmeyen doğrular
paralel nasıl olsa
para zikirli boncuklar
sahtedir yolculuklar
kalp hayat diyarında
yoksuldu çocuklar
o varlık arasında
mutsuzdu çocuklar

her şey senin olamaz
sahipsizdir sabahlar
güne bakar aydınlıklar
geçip gider alışkanlıklar
kuvvetliyse dalgalar
tüm ezberleri bozar

kilitlenmiş kitleler
banka kartlarına
değerler değerli değiller
sevişemez elbiseler

duvarlar arasında
kasvetliydi adamlar
onların rütbesini
taşıyordu kadınlar
duvarlar arasında
akıyordu hayatlar...

“kalp hayat diyarı”
j.ak
Nisan,2008


10 Ocak 2011 Pazartesi

ADIMLAR

ADIMLAR

damlalarım buhar olmuş
kış ortası suni sıcak
onuncusu bile köyün
çoktandır bize uzak.
adımlar toz dumanken
zerrecikler asalak
bir kadının memesine
vatanını satacak!
harabedir şimdilerde
ruhsuz gönül eviniz
hangi ağaçtan yapıldı
şu çürük kaleminiz?
hangi gökten indirmedir
değişmiş tarihiniz?
aynalarıyken düşmanın
aynır kara suretiniz…
değişmiş köylerimin adı
her santimi telaştır.
ezeldir yağmurumuz
ırmaklarla kardaştır.
Turan’ım içmiş bir kez
Türk’ün o al kanını
yedi cihan bir olsa
sökülmez ulu bir taştır…


“adım”
j.ak
10.Ocak. 2011

7 Ocak 2011 Cuma

Yazdı İçim

gecenin büyülü tozları
savrulurken havaya,
yazdı içim.
bir ağacın gölgesinde
dördü de sisti
mevsimlerin.
özlemin  tüm solukları
tutuklu artık,
bir damla acıysa
göz altında.
ezberimin var
yeni bir suskunu
o,
yarası açık bir umuttu
ölümcül.

anlamak;
bazen gürültünün içinde
sessizliği dinlemektir.
balkırken tozları yüzüme
simsiyah gecenin
tek başıma,
sevgimin büyüklüğünü
izledim.
sıcağı sakindir artık
sis dolu gözlerimin
çünkü,
yalnız olduğumu
bilirim...

“yazdı içim”
j.ak
7.Ocak. MMXI

5 Ocak 2011 Çarşamba

HIRSLAR ve ERK CİNNETLERİ

Hırsların boyut atladığı ve cinnette can bulduğu bir yerdeyiz artık.

Hırs deyince aklıma Franz Liszt gelir hep. Paganini’nin kemanı çalabildiği gibi piyano çalabilmek uğruna kendini günlerce odasına kapatmış ve çıkmamış… Onun bestelerini dört elli biri  için yaptığı söylenir hep.

Ne var ki Liszt’in bu ihtirası, kendi iddiası ve müzikal aktarımlarındaki tutarlılıklar üzerine kurulu idi. Onun bu hırsının zararı, en fazla parmaklarını daha çok açabilmek için parmak aralarını kesme teşebbüsü olmuştur. Yani kendinden başka kimseye bir zararı dokunmamış…

Dönemi itibarıyla Liszt popülerliğin zirvesinde bir kişilik. Öyle ki kadınlar konserlerinde ayılıp bayılıyor, onun terini sildiği mendili kapmak için birbirlerini eziyorlarmış… Oysa, Chopin gibi bir virtüözü halkla tanıştırmaya yönelik bir jest bile yapıyor… Hikâyeyi bilmeyenimiz yoktur muhtemelen. Liszt'in konserlerinden birinde ışıklar karartılır ve konser sonu aydınlanan salonda piyanonun başında oturan kendisi değil, Chopin’dir… 
Sanırım kalıcı olmanın yolunun çok çalışmak ve üretmek yanı sıra doğru kişilere onay vermekten geçtiğini de keşfetmişti Liszt…
                                                      
                                         ------------------------


Bir de günü birlik ve soysuz siyasetin doğurduğu hırs vardır ki, olmadık işler yaptırır  insanlara!


İşte bu da az gelişmiş siyasetçilerin arabesk ruhunda vahim bir seyirdedir. Olmazsa olmaz ağlamalar, yakınmalar, merhamet dilenmeler, mağduru oynamalar, muğlaklıktan öte geçemeyen nedenler öne sürülerek, ortaya konmaya çabalanan “hak iddiaları”…

Dişil bir yakıcılıkla haykırıyordu BDP eş başkanı Kışanak:  

“Türk olmayan çocuğa ant okutmak utançtır”(!) 

E haydi o zaman biz de bu arabesk cinnet çıkışa karşılık olarak   “bu topraklar üzerindeki Türklük” tanımını  tekrar tekrar anlatmaya çabalayalım kendisine.

Bir faydası olur mu?

Olmaz, çünkü bu hırsın altında  bir “cinnet” hali vardır. Ne kendine ne de bir başkasına yararı olabilecek bir kokuşmuşluktur bu. Arabesktir ayrıca. Yakarıştan öte gidemeyen. Dik  de duramayan, zira temelsizdir bu ağlamalar. 
O zaman bu cinnetin sebebi nedir? 
İntikamla karışık,   güdümlü siyasetin günü birlik rolünü oynamaya soyunanlardan sadece birdir kendisi… Bu durum arabesk tutumlara sevk eder Kışanak’ı.  “Ortaya karışık” gibi bir şeydir bu da. Ama öyle bir karışıktır ki  ortadaki, yiyen mide fesadından hallice, dinleyense ağız kokusundan... İnsan ancak kendini bilmekten bu kadar uzaklaşabilir…  İşte bu zavallı cinnetin sebebi budur. “Yalan tarihler”, ancak tarih sayfalarındaki yerini  bir komedi filmi olarak alabilirler. Aktörleri ise filme kötü karakter olmaktan öte gidemezler.

Hırslar, arabesk cinnetlerde can bulmuştur artık ve ağızlardan çıkanları kulaklar duymaz. Öyle  bir duymaz ki,  Fenerbahçeli yaşayan efsane Lefter  golcü bir forvetken, bir anda “kaleci” bile olur. Olmaz demeyin olur mu olur. Kemal Kılıçdaroğlu derse bal gibi olur.  Bu bir aşk cinnetidir aslında, erk hırsından doğma. Fenerbahçe aşkı mı desek, Lefter aşkı mı, “durun şunun ucundan bir de ben tutayım aşkı” mı? Anlamak güç.
Kaza yerinde tost olmuş bir arabanın içinden kazazedeyi çıkartmaya uğraşırken  öldüren bir “gönüllü cankurtaran” misali, olayı sahiplenme dürtüsü göz yaşartıcıdır Kemal Kılıçdaroğlu'nun. Tabii ağlamaktan değil, gülmekten…  Hele bir de Lefter'in kızı başbakana olan minnet ve şükranlarını iki lafın başında dillendiren biri olunca, bu kepazelik daha da bir postür bozukluğu yaratıyor uygulanmaya çalışılan bu günü birlik siyasette... Bizleri de güldürüyor tabii acı acı. Çok yazık!


Memleketimde bakın arabesk cinnetler kimlerin aklına başka ne cinlikler getirmiş:

Abdullah Öcalan öğrenci affından faydalanabilecek ve okuluna(!) geri dönebilecekmiş! 


Zorladık zorladık ancak bunu bulabildik” tadında, Ferhan Şensoy,  Cem Yılmaz gibi gülmece ustalarını bile kıskandıracak boyutta bir buluş...

Artık bu kadarına fantastik-komedi filmlerde bile rastlayamayız muhtemelen. Gördüğüm rüyalardan bile daha abzürt ve dumur edici. Tabii ki bir yandan gülmeden edemiyorum  ve derhal aklıma şu iki soru geliyor:

  1. Aftan dönecek olan diğer öğrenciler de  devamsızlık suçu haricinde şöyle dişe dokunur adam gibi başka suçlar da işlemişler mi?

  1. Abdullah Öcalan’ın şu an hapiste olma sebebi acaba okuldaki ders devamsızlığı mı?

Hırslar  izliyoruz, cinnet krizlerinden doğma...

Hırsları sayesinde Liszt  ve  Atatürk gibi dehâlar, doğru yönlere yürüyüp onlarca yıl kalıcılığını koruyabildi. Çünkü amaç kusursuz bir şeyler bırakabilmekti geleceğe.

Şimdi  maalesef Liszt’in notaları gibi, Atatürk’ün de tüm yapıtları kâğıt üzerinde kalmıştır artık.  Ama bunlar yazılmaya çalışılan yalan tarihlerle de asla değişmeyecektir. Buna kimsenin gücü yetmeyecektir. Yazılmış ve mükemmel bir şekilde uygulanmış olanları yeniden hayata geçirmekse hırslarımızı doğru yönde şekillendirebilmekle mümkün olabilir  ancak.

Cinnet krizi modasına uyarak değil...

Gerekirse parmak aralarımızı kesmeyi göze alabilmeliyiz ve yeri geldiğinde de ortamı karartıp en iyileri ön plana çıkartabilmeyi...








2 Ocak 2011 Pazar

Umudun Saçları...


güne çalınmış bir şiir,
parçaları özlem ve hasret
bütün yirmi dört saatler
acı dinsin diye bekler.
bakakalır sayfalara
tek satırlık bir yürek,
acır kendi büyüklüğüne.
umudun kemikleri,
binlerce yıl sonra bulunmuş
fosil, 
günlerden
bir bir iki bin on bir.
en cesur gözyaşları,
en çaresiz ve en yalnız
zamanlarda akar,
el verirken olup bitene,
yerde duran tüm parçalar
ayağa kalkar.
uzundur şimdi
umudun saçları,
savrulurken tuzuyla rüzgârın
gülümser Adalar’dan kıyı…
denizdi, denizlerdi içim,
aslında bir gizdi
yoktan var ettiğim.
anlayışlı ve sakindir
tek satırlık küçük bir yürek,
bilir ki bir gün gidilecek,
ama küskün, ama kırgın…
 “ne yaşadı,
nasıl yaşadı?”
okunmamış bir resim,
yazılmamış bir kitap.
önemsizliğini bile
önemser bazen
tek satırlık bir yürek
güler kendi büyüklüğüne,
ve bir bir iki bin on bire…

“umudun saçları”
j.ak
1.1.2011

31 Aralık 2010 Cuma

AĞLAMAK VE GÜLMEK

kapı aralık,
aralıkta ocak’lar
tütmez olmuş
-sanır bazıları-
ki ayıptan öte bir
karalık
hazırcılıktan doğma
aptallık,
ŞU YENİ YIL…


Gülmekle kardeşti ağlamalarımız, Oğuz Aral’lı Gırgırlarımız. Hayatım boyunca biriktirdiğim tek şey gırgır mizah dergisi olmuştur. Şu dost biriktirme lâfına oldum bittim kızarım. “Dost” biriktiriyorsun, insana eşya gibi davranıyorsun. Kendi  eşyalığını  düpedüz ilân ediyorsun? Sevgiler birikmeli oysa…

Ve,

Ellerinin emeğini biriktirmeli insan!

Yüreğindeki duyguyu!

Gözünün nurunu!

Budunun umudunu…

Toparlanmış eşyalar gibi bir başka diyara göçüp gidecek birikenler ve sen üzerine bir çift hatırlatma notu bile koymamışsın aradıklarını bulabilmeye dair.  Ağlamak da içinde gülmek de…


Bölünmenin önünün açıldığı, Cumhuriyet değerlerinin yerle bir edildiği, buram buram faşizm kozasına yamandırılmış, edebiyatta satirin, mizahta hicvin bitirildiği, insanların ağlamakla kardeş tebessümlerinin bile üç kuruşluk palavralarla ancak belli dozlarda verildiği, tuhaf, abzürt, yakışıksız ve zavallı bir “ocak” ki tütmüyor dumanı!!!

Tüm duygular sanki, ustalaşmış bir estetik cerrahın zerk ettiği o felç edici zehri içmiş gibi. Sistem sinsice botokslarken milli iradeyi, insanlar bir kap çorba, sıcak bir ev ve güven derdindeydi… Şaşkın ve ifadesizken tavırlar, “far sıkılmış geyik”ti insanlar. O far ki memleketimdeki tüm “mış gibi”lerin gerçek karanlığından serpilenler, onlar ki sözde   siyasetçiler…


Çalınmıştı balansörleri savunma mekanizmalarımızın, ruh pınarlarımızdan: Gülmek, ağlamak…


Televizyon haberlerindeki trafik kazalarında ölenlere, doğuda kanıyla toprağımı sulayan şehidime, batıda babasının kollarında yanarak can veren biçareye akmaz olurken bir damla bile yaş, Fatmagül’lere,  Yaprakların dökümüne sel oldu ağıtlar, bağırlara basıldı taş(!) 

Gülmek varken katıla katıla,  yolda yanlışlıkla çarpan adama
Bıçaklar çekildi son söz son nokta.

Tahammülsüz toplumlarda, hastalığın en sinsisi yapar insanda akıl esrimesi. Ruhsal dengeler kaybolmuşsa, bir slogan manyaklığı, bir son söz söyleme hastalığı peydahlanır. Tehlikelidir bu fanatizm, TEHLİKELİ !

ağlarken falanca artistin yaptığı role,

göbek atarken sabah eğlencelerine,

ya da bıçak çekerken alakasız birine,

birileri gülerekten,

o far sıkılmış botoks felci yüzüne,

memleketi devrediyor yabancı ellere!

işte bu yüzden;

yeni yılda ağlamak  ve gülmek dilerim ben

denge niyetine,

tüm GERÇEKLİKLERE!

Bir Şiir Olsam


ne kadar bozguna uğratsam 

yüreğimin ritmini, 
o hep aklımla çifte koşulmuş akşam; 
geceyi bekledi kâh,
ve kâh  bir tarla dolusu 
sarı papatya  gündüzde… 
bir parça bıraktım kendimi, 
gördüklerim  karşısında
söz dinlemez oldu
akıl ve yürek.
ne var ki  bu durum
ihlâl etmez sınırları, 
bilerek...

her kurduğum barajın yıkımına telaşlandı 
yüreğimin kırılası parçalarına dadanmış,
fil edâlı iyimser budalalıkları… 
bunların tümünü kendime oynadım. 
tek kişilik gösterimlerin tek seyircisi benim
ve her gün,
kendime bir bis alkışı daha yaptım 
eksilmesin içim… 
Eksilmesin.

böylesi durumlarda 
söz konusu olur mu “af”?  
yaşamın kendisi araf!
buna  cevabım da sorum da
baştan beri saf… 

uzunca bir süreyi 
geçmişe göndermiyorum, 
zaman kadranımın sağanakları 
her damlası!
kurduğum köprünün 
altından geçen nehre katılan.  

bütün hücrelerime sinmiş olanın
yokluğunu taşıyamaz aklım. 
kızıyorum kendime,
izinsiz bir taaruzu andırıyor 
bu garip tavrım. 
ki aşkolsun!

yaşamak, deli cesaretim,  
ve  kendimi bilme esaretim 
okuduklarım anlaşılmaz değil ama, 
aynı paragrafı beş kez okutur imgelemim… 
aklım ister istemez yoktur evinde 
ve kişisel toplantılar yapar kulaklarımda “biz”
o an en işitme engelli ben olurum 
sorulanlara cevabım hep sessiz 
“tekrar eder misiniz?”   
aradığımı bulamazken tam önümde durana, 
en kör göz bendedir o anda
sevdiğim lezzetin tadına varacakken meselâ,
başka bir tat olur düşlerimin örtüsü,
ve derhal gelir hayallerimin sansürcüsü...

dokunamam seslere, 
çünkü tüm keşifler, 
zaten ölüdür
parmak uçlarım 
gitarımın perdesinde o an,
en cesur acizlerden  
sadece dördüdür...
sevgi akar
seslerden bana doğru
ve başımı
döndürür...



“bir şiir olsam”
j.ak
25.Aralık.2010

25 Aralık 2010 Cumartesi

MODERN ÇAĞIN ZEBRALARI

Düşmek en büyük korkulardan biriymiş. Konuyla ilgili değişik değişik yorumlar vardır ama benim aklıma en çok yatanı en bilindik olanıdır. Şöyle ki; Evrilme sürecinde ilk insanların vahşi hayvanlardan korunmak için ağaç tepelerinde uyumalarının zorunlu olması ve uyku sırasında da ağaçtan düşmesinin kodlanmış bir genetik bilgi olduğu tezine inanırım. Zira paraşütle atlarken ilk atlayış son derece ürkütücü ve zordur. Ancak ne var ki sonra sonra düşmekle ilgili kaygıları bir yana bırakır içinde bulunduğunuz derin boşluk ve orada  geçirdiğiniz belki sadece üç ila dört dakikalık düşüş ve süzülüş zamanında ne kadar yalnız ve çaresiz olduğunuz gelir aklınıza. Aşağıdaki insanları bu süre zarfında özlemek sizce de garip değil mi? Ama o tek başınalık çaresizlik ve aciziyet başlı başına bir durumdur.

Belki paraşüt değil ama her insanın en az bir doğa sporunu yapması gerektiğini düşünürüm. En azından bir kamp. Dağ tırmanışları da olabilir, çünkü “ben” dürtüsünün ister istemez yitip gittiği alanlardır buraları. Yanınızda gerçekten güvendiğiniz ekip arkadaşlarınız yoksa vay halinize. İş bölümü ve kolektif davranış konusunda değerli bir eğitim alanıdır doğa.

Takım sporları konusunda da durum buna benzerlik gösterir aslında. Oyun kurucular, forvetler, sayı yapan adamlar… Doğadaki acizlik yoktur ama kolektif davranışın belki de en temel öğretilerinden biridir takım sporları ve çocuk yaşlarda başlamayı gerektirdiği için bu bilinçle derlenir ve toparlanabilir hayat denen koşudaki algılayış. Ola ki zaten herhangi bir branşın uygulayıcısı olabilmiş insanların seyirci pozisyonuna geçtikleri zaman deli danalar gibi tribün tezahüratları yapmayıp sadece oyuna odaklı bir izleme güdüsünde olduklarını, küfretmeyip iyi hareketleri alkışladıklarını görürüz…

Ben bunları neden mi anlatıyorum şimdi? Anlatıyorum çünkü insan doğayı gözü görmeyecek kadar vahşileşmiş, topluca hareket edemeyecek kadar da bencilleşmiştir günümüzde.

Modern çağ ve teknoloji diye insanların önüne konanlar birer nimet olmanın ötesine geçeli uzunca bir zaman oluyor ki o önünde acizlikten kıvrandığımız doğa çoktan kirlendi ve kapitalist sistemin dayattığı tüketim unsurlarıyla da bizler çoktandır, biz olmaktan, takım ruhuyla düşünmekten geçtik, sadece ben olduk.

Ben ve doğa deyince aklıma şu an bir belgeselde izlediğim zebra sürüsü geldi. Belgeselde zebra sürüsü bir nehirden geçmek zorundaydı ve o nehir timsahların o geçiş sırasında orada avlarını bekledikleri türden bir nehirdi. Derken bir timsah zebra sürüsüne rastgele bir hamle gerçekleştiriyor ve tabii ki içlerinden birine dişlerini geçiriveriyordu. Diğer zebralar da olup biteni sadece izliyordu. Doğada neredeyse canlı türlerinin çoğunluğunda varolan davranış, sürü psikolojisi ile hareket etmeleri olsa gerek. İzlerken sürüler halinde, saldırırken sürüler halinde…Ancak edinilmiş genetik kodlar doğrultusunda içgüdüsel güzelliklere de rastlamıyor değiliz doğada. Mesela yaban kazları hem kolektif bir bilinçle  V  şeklinde göç ediyorlar ve türbülansın sağladığı akımı değerlendiriyorlar, hem de yolda yoldaşlarından biri yaralandığı zaman içlerinden ikisi onun iyileşme sürecinde yalnız bırakmayıp ayağa kalkmasında yardımcı oluyor… Bununla beraber göç yolunda kendi gruplarına katılmak isteyen başka yaban kazları olduğunda da asla grup dışına itmeyip, bir arada yol almaya devam ediyorlar.


İnsanlar biz olmaktan geçti geçeli mâlesef ilkellikte sınır tanımayan sürüler halinde izleme sendromuna demir atmış durumdadırlar. Saldırırken sırtlanlar gibi saldırmak, içlerinden bir yoldaş tökezlendiğinde zebralar gibi bakakalmak. Bir türlü  şu gözünü sevdiğim kaz kadar olamayış.  Bütün bu ilkelce egoistçe davranışları da süslü püslü alt metinlere oturtma telaşına kapılma utanmazlığı… Bu utanmazlık içinde toplumu “anlamaz”, “aptal” sanabilme kurnazlığı… İşte kapitalizmin kendi poposunu sağlama almak konusunda ilkelleştirip bencilleştirdiği sosyal salaklıktan öte gidemeyen insan durumu budur ki, partilerin içleri bomboş kaldığı halde bakakalınır…, Gazetelerde yazılar sansürlendiğinde bakakalınır, memleket el değiştiriyordur göz göre göre, buna da  bakakalınır…

Yalnız başımıza düştüğümüz gökyüzünün az ilerisi takım arkadaşlarıyla doludur, ancak şahsi ver kaçlarla takım oyunu asla oynanamaz. Maç, hayatında o sporu hiç yapmamış kişilerce tribünlerden izlenecek denli kolay bir iş değildir… Güzel bir paslaşmanın tadını şahsi bir gol asla vermemiştir. Deli danalar gibi tribünlerden bağırmaktansa  oyuna katılmak ve yarı yolda bırakmamak  olması gereken insani bir davranıştır. Ancak ne var ki standart doğrular, o denli çarpıtılıp güncelleşmiş araçların tekelinde eritilmiştir ki, çalıp çırpmak helâl, ilkeli ve dürüst davranmak enayilik olarak tanımsal bir deformasyona uğramıştır artık…

Tüm bunların izdüşümünde ise;

Ayaklar baş, başlar ayak olmuştur !

23 Aralık 2010 Perşembe

Geçer Canım

karanlık akar gözlerime, izinsiz.
bu gözler,bir yakın gözlüğü kullan der
biraz daha  ileri uzatırken saati.
uykunun da canı cehenneme,
görmediğim düşlerin de.
gözlerim ayrı acır şimdi, ben ayrı
bu devrin çirkefine tanık oldular  diye.
karanlık akar toprağıma izinsiz ve hunharca
sütüyle bereketli doğurgandı o ana
kısır ettiler zorla tek seferlik tohumlarla.
hesabı sorulacak ana katillerinden!
geçer canım geçer nazlım
yeşerecektir sütün ağlama!
karanlık akar, olmaz olası
girer tütmeyen bacasına hanelerin
türküler tatlı yorgunluk,
dumanı ki en onurlu  sarhoşluk...
gözlerimden beterdir şimdi acısı,
sessizliği ise yürek sancısı. 
dinmeyen ırmaklar olacağız seninle
dik dur canım, çağlayacak yine sesin,
ağlama!
uykunun da canı cehenneme
görmediğim düşlerin de.
uyku haram bundan böyle
bu devrin gözlerine,
uyku haram bundan böyle
devrim gözlerinize!


"geçer canım"
j.ak
23.Aralık/2010

22 Aralık 2010 Çarşamba

ŞEFFAF

Tanımlar yaşamın olmazsa olmazı. Hep tanımlarız eğri ya da doğru, iyi ya da kötü.

Kimileri de kendini tanımlar: “Ben çok şeffafım” der biri. Diğeri “dürüst”tür, öteki “yılandan korkmaz yalandan korktuğu kadar” ve bu böyle uzar gider. Bu duruma alt metni oluşturacak  tek bir atasözü geliverir insanın aklına :  “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz…”

Haberler... Sürekli olarak “ben çok şeffafım” diyen biri vardır ya? Şeffafmış… Sözcük anlamını bilmeyenimiz yoktur tabii. Hani cam gibi. Ön yüzünden bakılınca ardı gözüken.


Gerçekten de çok önemsediğim türden bir haber vardı bugün. Kadın Voleybolu’nda alınmış bir Dünya Şampiyonluğu. Fenerbahçe Kadın Voleybol Takımı Dünya Şampiyonu olmuştu ve bundan tek satırla bahsedildi haberlerde. “Bir Türk takımının kadın sporcularının başarısı” belki de yetişmediğinden, son setin son sayısı izletilmemiş olabilir(!) bizlere... Böyle inanmak istiyorum nedense…

Aynı haberlerin içinde bizler için bir de şirinlik hazırlanmış. Halkın içine gidilip, sokak röportajı yapılmış. İnsanlara “mecliste grubu olan kaç parti var?” diye soruluyordu. Verilen cevaplar içler acısı(!?)… Yirmi otuz diyenler çıkıyor, AKP’nin açılımı yapılamıyor güya vb… Yani Dünya çapında bir başarıdan tek satırla bahsedilirken, halkın cehaletini ön plana çıkaran ve cımbızla çekilip konduğu besbelli olan bir sokak röportajı dakikalarca gösteriliyordu:

“Ne kadar da cahiliz!”

Sormazlar mı adama “Hizmet ettiğiniz medya grubunun televizyon kanallarında bu halka ne veriliyor peki?” diye.


Ben söyleyeyim ne veriliyor:


1)   Aptalca hazırlanmış kadın programları,

2)  Süresi bakımından uzun metraj film gibi, konusu bakımından sığ diziler,

3) Mahalle kıraathanelerinde bile kullanılmayacak bir üslubu benimsemiş yorumcular eşliğinde futbol tartışma programları…
Ki “modern çağın gladyatörleri futbolcular” ve onların özel hayatlarıdır tek mevzuları...



Halk, gününün on ila on iki saatlik zamanını, sadece karnını doyurup, barınmak, ısınmak gibi yaşamsal ihtiyaçlarını gidermek amaçlı bir koşuşturmaya harcamak zorundadır. Trafik teröründen, olası bir kap-kaç cinayetinden, tecavüzden, rüzgarın düşürdüğü bir tabela yüzünden ölmekten “yırtmış”, “muzaffer” bir eda ile girdiği evinde 24 saatinin uyku dışında kalan zamanında da işte seni ve grubuna dahil tüm medya kanallarının  tuhaf programlarını izleyebiliyor ancak.  Kıt kanaat yarı aç yarı tok  hayatında, kitap okumak, sergi, fuar gezmek, sinemaya gitmek, sosyal bir aktivitede bulunmak, yani kısaca insanı insan eden ve estetik değerlerine paralel bilgi donanımını da üst seviyelere çıkartabilecek tüm aktivitelerden de yoksundur  üstelik. Bunu bu röportajı hazırlayanlar da bilmiyorlar mı sanki? Ama “sokak röportajı” diye onca çaba harcanarak hazırlanmış olan  haberin görüntüleri bittikten sonra , başını sağ taraftaki kameraya döndürerek  “ilâhi…” diyor bir de “şeffaf haberci”  alaysı bir tebessümle... Son setin son sayısına minicik bir kareyi bile çok görenler,  dakikalarca bunu gösterebiliyorlar!

Halka ne verdin ki ne istiyorsun? Sunduğun haberin içinde  en azından bir kitabın yazarını tanıttın mı popüler olmayan? Yeni çıkan önemli şairlerin ortaya koyduğu yapıtlardan bahsettin mi hiç?  Bahsedemezsin çünkü  izlenme oranın düşer. Onun yerine Etiler'de açılan bir işkembecidir haber. Açılışa hangi ünlüler  gitmiş, işte halka verilen budur...


Biliyoruz ki bir de Mutlu Türkiye var, “azınlıkların mutlu Türkiye'si.” Tüm bu yaşanan yoksulluğun yanı sıra rahat, huzur dolu hayatlar var. Sinemalar, tiyatrolar, sosyal aktivitenin bini bir para hayatlar… Bu tatlı hayatların sahipleri, çocuklarını özel üniversitelere yollar, diplomalar da diğer satın alınan her şey gibi en kolay şekliyle alınıverir bu yavrulara… İşte bu yavrularımıza da bir şaka hazırlamayı ihmâl etmemiş Uğur Dündar. Kadir Has Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmanın sonunda onlara sürpriz yumurtalar  atmış... Ve Kadir Has'lı gençlere teşekkürü de ihmâl etmiyordu  bu davranışını olgunlukla(?) karşıladıkları için...

Sevsinler!

Siyasetin  cilâlanması gereken yeni aktörleri ile ilgili haberleri de aynı  ustalıkla  tablet tablet  boğazımıza diziyorlar.  Bunları yaparken  kendileri hakkında yaptıkları TANIM  ise hep şu:

İLKELİ, DOĞRULARI SÖYLEYEN,  ŞEFFAF !



21 Aralık 2010 Salı

Kıyılar

kıyılardan gelmiş
düş...
aldığı yarayla
döndüğü yerden,
kararlı karanlığı
mavi olup delen.

bir adımda
dipsiz yardır kimisi,
git git boyu geçmez
diğeri.
bir merminin
soğuk telaşında
ılırken elleri 
düşlerimin,
bakımsızdı 
yüreğim...

"kıyılar"
J.ak
Dönence/Aralık2010

19 Aralık 2010 Pazar

ESER HIRSIZLIĞI

Alessandro Marcello’nun Obua Konçertosu, duygulanım hali nasıl ise onu yaşatır ve insanın ruhunda hayat bulur, ete kemiğe bürünüp sizi de beraberine katar ve bir yolculuğa çıkartır adeta.
Barok müziğin güzel örneklerinden Vivaldi’nin çağdaşı bu bestecinin güzel ürününü benimsersiniz şu veya bu şekilde… Ve ona eşlik edersiniz.

Rönesansın bu sade anlatımından  günümüze doğru yaklaşan yolda kâh bir öpücük kondurur ruhunuza bu güzel eser, kâh bütün uzuvlarınızı sakatlar ve yürüyemez hale getirir düşündürdükleriyle. Çünkü insana dairlik “insan için”lik ve birşeyler anlatabilmek kaygısı son derece sade bir dilde “korkusuzca” aktarılmıştır. Devrim öncesinden bize adeta bir şeyler fısıldar Marcello belki biraz sinsice...

Bundan 341 yıl önce doğmuş olan sanatçı, belki  varoluşunu sorguladı bu eserinde, belki de umutsuz bir aşkı. Ama ne olursa olsun vibrasyondan uzak, gereksiz süslemelerin kullanılmadığı sadeliği, barok'un o şâşâsı içinde belki de tepkilere neden oldu.

Günümüzde sadeliğin ve anlaşılabilir olmanın tüm enstrumanları teknolojiye evrilmiş durumdayken, gerek insan, gerekse onun içinde varolmaya çalıştığı toplum bu kakafonik gürültüden nasibini almıştır. Bu, insanın varettiği büyük keşif sanattan, siyasete bütün dengeleri  aynı potada eritmiştir.

Bu eserin soloisti obuadır. Başka bir enstrumanla icra etmeye kalkışmak, ancak anlatımdaki dolguların içini boşaltmak olacaktır.

Ancak günümüzde varolan ve adı konmuş değerlerin ana dolgusu, değişmez harcı olan enstrumanlarının yer değiştirip “öttürülmeye” çalışıldığını görüyoruz. Yeri değişen dolgu, öylece bıraktığı boşluğa ne konulduğuna bağlı olarak, diğer enstrumanların da değişikliklere uğramasına neden olacaktır. En basit bir yazında bile bu böyledir. Şiir yazarken bile, belki tek bir sözcüktür o dolgunluğu ve anlatımı veren. O sözcük kaldırıldığı zaman, koskoca anlatımın yerle bir olduğunu görürsünüz. Can Yücel'in “rengâhenk”'ine alternatifiniz var mı? Benim yok...

Şu an memleketimde yapılagelen işte tam da budur. Politik anlatımlarda da tıpkı şu an herşeyde olduğu gibi bu ana argümanların yeri bambaşka malzemelerle doldurulmaya çalışılmaktadır. Bu liberalizm budalaları ve emperyalizmin çanak tutucuları, ortaya konmuş ve zaten varolan bir eserin tüm enstrumanlarını değiştirmiş, kendileri çalıp kendileri oynamaktadırlar.

Obuanın yerini “zurna”, kemanların yerini “dümbelekler” almışçasına. Hâttâ utanmazca bizlere de “haydi  kalkın oynayın” der gibi bir yüzsüzlük içine girebilmişlerdir.

Reddediyorum!  Ben gerçekliğin dışında bir anlatıma kalkıp oynamam. Üstelik de bu bir “oyun havası” değil. Ancak ne var ki yeni CHP zilleri çoktan takmış ve göbek atmaya başlamıştır bile. İçi boşaltılan kavramlar yeni dolgu malzemeleri ile şekillenerek  varolan eseri bambaşka bir kılıkla icra etmeye çalışacaktır. 
Şimdi soruyorum size bu yorum palavrasının “eser hırsızlığından farkı var mı?”


17 Aralık 2010 Cuma

İZ

çaresiz değil erim
ama,
kimbilir neresindesin
önceliklerinin.
farklarsa herdaim
eksilenidir bir sevginin.

yarışlar coşkundur
başla komutuna kadar
karın boşluklarına
bin kavgacı kaplan katar.
yola çıkıldığında,
ek de burda eksilen de
susayan da, acıyan da.
sonlanan sahte yoldur,
varış yazısıyla.
görmekse bunu zordur
çıkışlar hatalıysa.

savuşturulmalıdır,
boşa sür'at yapanlar
tavşan edasıyla gelip
tempoya hız katanlar
hız kesen varsa eğer
onu da atlatmalı
okumadan geçerek
forma reklamlarını...

bizim tempomuz belli
hızımızsa yeterli
yüreklerde devrim ruhu
bitmeyecek bu koşu!


"iz"
J.ak
17.Aralık/2010

16 Aralık 2010 Perşembe

SAK BEKLE

resimler acıtır 
aldanışları.
fotoğraflar,
kıl payı es geçerler
en coşkulu o ânı.

ayrıntılar şimdi,
en yavaş seyridir
yörünge-nin.
ardından yetişerek
el sallar umut
gece gibi örten,
ve gündüzken
sıcak kolları,
sak beklenir
sarılması
sessiz ve çisil.
ve saklı karanlıklarda
yağmurca umut hızlanıp,
acıtmalı
resimler gibi.
yıkarken tüm
aldanışları,
bu kez sağanak olmalı...

"sak bekle"
J.ak
16. Aralık/2010

13 Aralık 2010 Pazartesi

NEYİ ANDIĞINIZIN FARKINDA MISINIZ?

Ahmet Kaya ölümünün 10. yılında görkemli bir anma töreni ile anıldı.

Kimdir Ahmet Kaya?

Sanatçılığı çok mu ileri boyuttadır biz mi anlayamamışızdır acaba? Şarkı sözlerine bakıyorum, yok öyle bir ahım şahımlık "başım belâda silahımı unutmuşum helâda"(!) gibi  garabet liriklerle karşılaşıyorum... Peki müzikalite bakımından mı çok zengindir merhumun eser(!)leri?
 
HAYIR!  

Müzikal anlamda da türkü diyemeyeceğimiz o berbat karışımın yani arabeskin bozuk ve zavallı popülizmine kapılmış ahenksiz, asla "sanat" sözcüğünün içini dolduramayacak türden karalamalardır beste diye milletin önüne konanlar...

Şu an aklıma Kerim Çaplı'nın babası, büyük opera sanatçımız koloratur soprano Azra Çaplı'nın ilk eşi Erdoğan Çaplı geldi. Kendisi büyük bir jazz üstadıydı ve Ali Baba'nın Çiftliği adlı gayet basit melodileri olan eğlenceli bir beste yaptı çocuklar için... Çocuk bestelerinde, çocukların kolay algılamaları ve akıllarında tutabilmeleri için özellikle yapılagelen bir uygulamadır bu basit müzikal cümleler. Ancak  Ahmet Kaya gibileri, yaptıklarıyla basitin de ötesine  geçer ve komik olurlar ancak...

Yani Ahmet Kaya deyince söz yok beste yok, o yok bu yok.  Ee geriye ne kaldı ki? O zaman  savunduğu şeylere bakıyoruz haliyle. Ne demiş rahmetli? "Kürt realitesini benimseyeceksiniz" Kürt realitesi deyince benim aklıma feodaliteden başka hiç birşey gelmiyor. Şimdi ben oturup 12 yaşında zorla evlendirilen kızların durumunu mu benimseyeceğim yoksa ağalığı mı? Ya da şıhları mı? Kürt realitesiymiş...
Bu veciz sözün üzerine bir de "vatanın bölünmezliği", "bağımsızlığı" gibi ara sıcakları da ihmal etmiyor kendisi tartaklanınca. Ya biridir ya diğeridir düşünceler. Bir laf yumurtlayıp sonra yan çizmek kıvırmak işte bu kafadaki hainlere mahsustur. Şimdi yaşıyor olsaydı "vatanın bölünmezliği" gibi bir lafı bu adamın ağzından asla duyamazdık, çünkü bu zihniyete mensup bölücü hainler ardlarına aldıkları rüzgârla palazlanmışlardır ve pupa yelken kirli amaçlarını korkusuzca dillendirmektedirler.

Bu anlattıklarımın tabii ki bu bölücü zihniyetteki kişilerle bir ilgisi yok. Çünkü onları ve yıllardır ne yapmak istediklerini gayet iyi biliyoruz artık. Benim bir türlü hazmedemediğim bu anma töreni ve buna iştirak eden sanatçı(!)larımızdır. Herbirinin gözü yaşlı idi anma töreninde. Sanki Atatürk anılıyormuş gibi... Koştura koştura onurlu bir görev bilinciyle işgüzarlık eden bu sanatçıların adlarını bir kez daha anmayı istemiyorum ki içlerinde beni ciddi anlamda hayal kırıklığına uğratanlar da vardı...

Bu nasıl bir aymazlık bu nasıl bir görmezden gelmektir? Bu memlekete neler olduğunu görmek bile istemeyen gözlerini günlük popülizmin kanına ve parasına bulamış o zavallılara artık sanatçı demeyeceğim... Bu davranışlarını esefle kınıyorum!

Bu memlekette saygıyla anılması gereken onlarca isim var gerçekten anılmayı hakeden. Onlar için neden düzenlemiyorsunuz böylesi törenleri? Örneğin bir Azra (Çaplı) Gün  için... Dünya çapında bir sesti kendisi. Bunun gibi niceleri unutulmuş giden değerlerimizdir bizim. Ama ben söyleyeyim neden anmazlar, çünkü popüler değildir o isimler. Böyle bir tören yapılsa bırakın  insanları basının bile ilgisini çekemezler. Onlar albümlerinin satış kampanyası gibi gördükleri bu "deli rüzgar"ın politik ikiyüzlülüklerine yaftalanmasına da utanmazca boyun eğerler. Bu gözünü para bürümüş gündelik hırsların peşindeki zavallılara sanatçı mı diyeceğiz peki bundan sonra da? 

Bu 40 a yakın sözde sanatçı aylardır Silivri'de suçunun ne olduğunu bile bilmeden yatan Mustafa Balbay, Mehmet Haberal, Doğu Perinçek, Tuncay Özkan için kılını kıpırdatıp bir söz etmiş mi? Bir  duruş sergileyebilmişler mi? Üstelik bu Silivri'deki insanlar bölücülük falan da yapmadılar, adam da öldürmediler mesela bir Yılmaz Güney gibi... ve bu vatanın bir karış toprağına da asla kastetmediler bir "Ahmet Kaya" gibi... 

İşte  popülizmin  sığ  sularındaki bu sözde sanatçılar, memlekette olup bitene gözleri ve vicdanları körelmiş bir biçimde,   koşa koşa  ancak  Ahmet Kaya gibi  bir bölücüyü anmaya gidebilirler! Onlar ancak kendi gündelik ve ucuz hesaplarını düşünürler çünkü... Eminim anma töreni sonrası ilk işleri, gazete manşetlerinde kendileriyle ilgili görsel ağırlığı fazla olan haberlere bakmak ve kısa günün  kârına(!)  sevinmek  olmuştur. 
 

YAZIKLAR OLSUN!!!