12 Nisan 2011 Salı

Yürek İklimi

yaşam dolduramaz bazen
yapılan o süslü tanımların
altlarını.
koskoca korkular bile
eridi gitti
onlar buzdan dağlardı sanki
içimizdeki.
ne bir ot bitebilir
bu evrilmiş yürek iklimlerinde
ne de artık

binbir rengârenk çiçek,
toprağımıza serilir...
tekrar görüşülmeyecek biriyle
görüşürüz diyerek ayrılmak
gibidir.
dil sürçmesi de değil,
yazım hatası falan da
gönül sürçmesidir bu düpedüz
gönül sürçmesi...


"yürek iklimi"
j.ak
12.Nisan.2011

Seçim 2011

rüzgârın terkinde
memleket çocukları
çocuklar çiçek gözlü
al-beyaz, umut sözlü

ellerinde mendiller,
olmuş deli divâne
uçuşur ellerinde
kadın Anadolu'nun...

kapıldı güruh kandı
sandık çoktan kapandı,
bütün roller kapıldı
sana figüranlık kaldı.

umut sözlü mendillere
eski şarkılar yazıldı
yeni baştan dinle diye,
zil takıp oyna diye.

en eski oyunlar yine,
yeni baştan yazıldı
sen aldanasın diye,
sen avunasın diye!

kapıldı güruh kandı
sandık çoktan kapandı,
dönüyor aynı devran
olma artık figüran!

"seçim 2011"
j.ak
12.Nisan.2011

11 Nisan 2011 Pazartesi

dokunmuş...

dinlerken ayrılıkları,
gencecik bir sabah
soğuruyor
olmayan notaları ve
yerdeki çiğ damlalarını.
ellerim bir çakıl taşına uzanırken,
uzuyor da uzuyor.
söylenmemiş sözlerimin
pandomimi koca ellerim.
duymadığım tüm sesler için
dans eden soytarıdır şimdi
hint kınalı kalemim.
küçük bir tebessüm diler gibi
aklımın ziyan,
yâr alanlarından...


bir 

onbir onbeş güneşi kurutur
damlalarımı
ve bir vapur kalkar aynı saatte.
göğsümdeki kafeste
beraber ve ayrıyken
taş,
vapur,
güneş,
kalem ve ellerim,
ben yalnızca
bir şiirdim,
yazılmadan okunmuş
sessizliğe dokunmuş,
tek başına bir şiir...

"dokunmuş"
j.ak
11.Nisan.2011

Adım...

sadece gelmişim, bilmeden
adını ben koymadım attığım çığlıklarımın
büyürken ellerim, saçlarım, yüreğim,
küçüldükçe küçüldü adları,
tüm değerlilerin
ki ben koymadım.
namusun, darağaçlarının, ar ağaçlarının
törelerin, yörelerin, katliamların, savaşların
adlarını ben koymadım.
özgürlüğü özledim durdum,
ve hep peşinden koştum ama
adı vardı yalnızca kitaplarda o da,
ben koymadım.
kaç ağacın hamuruyla
kondu ki benim adım?
bilmiyorum sayamadım,
ki her bir yaprağın kokusunda
kayboldu sözde karanlıklarım.
bir yosun tanıdım, bir deniz, bir gökyüzü,
her bir yaprak, 
yakınlaştırırken bana ölümü...
bir zaman tanıdım sonra,
bir de güneş ki, adını ben koymadım.
ben geldiğimde, vardı her biri
gideceğim yeri tarif eder durur kimileri
adını ben koymadım.
kurallar oldum ve kadın
ve anne ve bir çift meme
adını ben koymadım.
oluk oluk din oldu heryer,
kin oldu, öfke, nefret...
adını ben koymadım,
ben koymadım adını!
yürek çarpıntıları oldu sonra içimde
ürkek.
kırıldı can evimdeki
cam, çerçeve,
ağaçların ve yaprakların yalancısıyım
adını ben koymadım aşkın.
ben sadece
bende alıkoydum
en yüce sevdanın adını
dakikada altmış kez
devrim atan bu yüreğe
topyekün doğdum, 
memleket diye...

"adım"
j.ak
11.Nisan.2011

10 Nisan 2011 Pazar

Beyaz Türkü

bak tozlar yağıyor üzerine
unutulanların
altın sarısına çalıyor parlak sesleri

konuşulmayanların.
hep bir ayağı aksıyor
şu günbatımlarının 

ve
soğuyor en sıcak mavi
gecenin öpücüğüyle...


bak, bahar dansları yapıyor
üç günlük düşünceler
ateşler mermi mermi
dansa ritm tutuyor.


ellerim,
aşiyanı olur
barış güvercinlerinin.
duyuyor musun?
kanatlarından
birer taş attılar denizlere
bembeyaz sesleri
dalga dalga yayılsın diye...
tozlar yağıyor üzerine tozlar
pürtelaş kanatların.

sönüyor yavaş yavaş
sahici karanlığım.

ellerim kuvvetli, 
emektardır ellerim.
boyamak isterler şimdi
karalanmış defterleri, 
kefen beyazlarına,
kefen beyazlarına...


"beyaz türkü"
j.ak
10.Nisan.2011

9 Nisan 2011 Cumartesi

Soru...

baş kaldıracakken bir soru,
ayağından
bir zincire vuruldu
yürüdü ve
sürtünmenin etkisiyle
yoruldu.
uykusuz, aç ve bitkindi
soru.
yol, ekinleriyken güvenin
biliyordu gideceği yolu.
oysa
sert bir ayaza saf durdu
ayağından zincirlenmiş
soru.
göç çığlıkları yaklaşırken
sıcak kuşlarının
aldandı ayazlarda kalmış
erik çiçeklerindeki
binlerce doğru...
ve yutkundu sadece
yorgun,
ayakları zincirlenmiş
çırılçıplak
bir soru...

"soru"
j.ak
09.Nisan.2010

7 Nisan 2011 Perşembe

Tozlu Raf...


harıl harıl ve bir solukta okundum.
sayfalarım koptu kâh,
kâh notlar düşüldü üzerime
altı çizildi dediklerimin,
her paragrafta mühürlendim.
tam ortama konmuşken  bir ayraç,
içyazılarına  yürek dolusu 
bir dem döküldü
şiirli yerlerimin.
eğip sayfalarımı hiç bükmeden,
sıcak bir meltem esintisine 
selam durdum
kurusun diye döne döne
şu hamurum...

bitene değin ellerinde,
en iyi dostun olabilmeyi 
umdum...
ama şimdi bilirim ki
tozlu bir rafındadır yerim
şehir kütüphanesinin.
bitti sonlu hikayelerim.

ne kadarına gelebildiysem
düşün evreninin,
o kadarımı alıp 
gittin benim...

"tozlu raf"
j.ak
07.Nisan.2011

Yalnızlık

sevgiye aç
bir bedenin
kucağını açmasıdır,
yalnızlık.
sonunda sarılır insan
son gayretiyle ona.
özgürlüktür çoğu zaman da;


"kanım kurumuş 

olur mu ki ölürsem,
cesedimi bulduklarında?"


o öyle bir özgürlük ki
parlak sulara çeken

büyülü geceler gibi:

- öğleden sonra boş musun?
- belki...


bir aşk yaşamak ister
bazen insan.
yanında bir can,
teninde bir ten.
konuşulmak
ve hatta umursanmak ister.
öyle ki,
es geçer bırakırsın
güzelim yalnızlığını...
tanımlarını hayatın,
ve hatta tüm duygularını
yeni baştan yaşarsın.
unutursun terk ettiğin
o en iyi arkadaşı.
ama birgün bakarsın ki;
aşk,
umursamıyor artık seni
duymuyor iç sesini
tutarsın işte o an
en derinine aldığın,
dipsiz nefeslerini
ve  dönüp
bir de bakarsın ki,
yalnızlık ardına kadar
açmıştır sana
kocaman gövdesini
gayet çıplak, samimi...

vefalı bir dost gibi,
yaslanırsın omzuna 
yalnızlığın,
anlatırsın tüm acizliğini
dökersin oluk oluk içini
o daima
sessiz ve usul 
dinler seni...

"yalnızlık"
j.ak
07.Nisan.2011

6 Nisan 2011 Çarşamba

Vals

Strauss'dan
bir vals var kulaklığımda
kıstım bir parça,
kararlı adımlarla
yürüyüp giden
ayaklarımın ritmini
bastırmasın diye
varlığıyla...

oysa
yüz metre öteden tanınır
soyunmuş bir şair
izinsiz ve çıplak
gezmeyi bilir.

hanımlar var, eski valslerinde
Strauss'un
dans ediyorlar şimdi
ortakulağımda sesleri kısık
bir-ki-üç, bir-ki-üç...
ve beyler,
fısıldarken beylik lâfları
kulaklarına
şık bir hamleyle
o eşsiz
eş değişimi yaşanıyor
on dokuzuncu yüzyılda.

oysa
hareket etmeksizin
tadına varılabilir bir müziğin
çünkü notalar
tam birleştiği yerinden gelir
akıl ve yüreğin...

yalın ayakları üşümüyor
ortak-ulağımın!
karanlık soğuğuna
götürdüğü  gümüş,
yalnızca parlayan bir ayna
sevgisi de nefreti de
kendi görüntüsüymüş,
müş...

"vals"
j.ak
06.Nisan.2011

5 Nisan 2011 Salı

İÇ SİN...

bir tarihten
bir biz sürüsü aktı,
yediklerimiz bir karar
aynı topraktı
kendi içtiğimiz
iki koca ırmak,
içirilense nifaktı.

derken bir pişirimlik
diyecek düştü dile
pişirildi ağır ateşlerde.
göz akından  yayılırken düşün,
tuzlu tatlı
ekşi ve acı diye
ayrılmıştı görünüşün...

her bir başka görüşün,
kuyusu kazıldı,
kuyular derinleştikçe
yankısından duyulmadı
tek tını.
hain  ve yalan gözlerden
nefret aktı.

eriyor koca orman,
bir değil,
bin yerinden.
vuruyor düşman.
çakılmış sabotaj ateşleri
karanlıklardan!

değerli taşlarıdır bu yurdun
kör kuyulara  tıkılan
yanmaz  haykırışlarıyla
kalem olup parıldayan...
ağaçlarımız var günahsız
yemyeşil ve yanmayan!
kökleri atlı birer süvari,
yağmur ormanlarından…

yıkayacak günün birinde
yağmurları gök kubbenin,
yıkasın!
alnımızdaki duman karası
yepyeni tarihlere ağarsın!
yağsın ki yağmur
taşsın kör kuyular,
yükseldikçe yükselsin
yazık dolu o yazılar...

İçsin bu topraklar
tertemiz yağmurları içsin
ki her karışı bu yurdun,
canlarımızdan 
iç sin!


"iç sin"
j.ak
05.Nisan.2011

4 Nisan 2011 Pazartesi

Linç

yokluğun;
en kalabalık haliyle
üşüştü bu kez 
üzerime...
ne nefesim yeter 
kaçıp gitmeye,
ne de yorgun ayaklarım...
adını hiç koyamadım
şu kalabalıkların,
kaç kişiydiler
sayamadım;
olmaz olası yoklukların.
üzerime çullandılar önce,
linç edildi aklım.
farketmeden onlar,
bir çift kanat oldu
umutlarım...
iğnelendiler sonra,
alt köşesine
soldaki boşluğumun...
ve kaçıp  gidebildi!
ve uçup
şiirler söyledi içinden
kapanmış dudaklarım
aklımda can çekişen,
o ölümcül
hasretlere...

"linç"
j.ak
04.Nisan.2011

2 Nisan 2011 Cumartesi

Neye Niyet, Neye Kısmet...

Memleket yönetmek deyince ne anlıyoruz? Bizim memleketimiz bugünlere kadar kimler tarafından nasıl yönetildi? Şimdi nasıl yönetiliyor? Seçim yarışlarında hangi  partilerin boruları ön planda solo ötüyor? Ya da hangilerinin borusunun ötmesine izin veriliyor?

Bu soruları herkes soruyordur. Yanıtlarını da üç aşağı beş yukarı biliriz. Peki biliriz de neden hâlâ daha bir türlü işin gerçeğine uyanamayıp ayılmayız ki şu tatlı uykularımızdan?

Emperyalizm nedir? Kapitalizm nedir? Medya kuruluşları neye hizmet eder? Halk neye itibar edip nelerin peşinde koşar? Sosyal adalet neyi gerektirir? Sermaye ve güç dengeleri çarkı nasıl çalışır?


Bu soruları da sorar sorar dururuz. Cevaplarını da biliriz. Ama hâlâ daha kurtuluşun bir partiye oy vermekle gerçekleşeceği yanılsamasını niçin yaşarız?

Türkiye borç batağına saplanmış durumda. Ve her yıl bu borç katlanarak çoğalmakta. Öyle bir hale gelinmiş ki artık, borçla, "borç faizi" ödemek durumuna gelmişiz. Borç faizi ödemek koşuluyla hem varolan borcumuz katlanarak büyüyor, hem de sağlık, eğitim, iş imkânı oluşturacak yatırımlar yapmak gibi halkın refahı için gerekli ihtiyaçlarımız karşılanamaz hale geliyor.

Bu durumdan çıkar sağlayanlar kimler peki? Bir avuç yabancı ve yerli tefeci!

2011 yılına şöyle bir haberle girdik, Türkiye'deki dolar milyarderlerinin sayısı on kişi artmış... Ne kadar güzel haber değil mi? Zenginlik gani memlekette. Peki fakirlik ne âlemde? Memleketin yarısı aç. Fakirlik de artmış yani. Ama öyle on kişi falan değil tabi takdir edersiniz...

Son bir haftadır şu kendisi basılmadan yayınevinin basıldığı kitabı tartışıyoruz ya hani. O kitabı internetten indirip okuyun arkadaşlar. Ben yarısını geçtim. Bilmediğimiz çok fazla şey yok içinde. Ama önemsiyorum yine de. Neden önemsiyorum? Bunların derlenip toparlanması bir emektir birincisi bu. İkincisi de cahil bir halkın dogmatik bilgileri nasıl baştacı edebildiği ve bu dincileşme hareketini emperyalizmin nasıl da güzel bir maşa haline getirebildiğini çok güzel anlatıyor "bir kez daha"...

                                                                            
                      

Korkulması hedeflendi demiştim. Bu sözümün arkasındayım hâlâ. Çünkü temelsiz iktidarlar güçlerini daima yarattıkları korku imparatorluğundan alırlar.

Nedir temelsiz iktidar? Halkı için hiçbirşey yap(a)mayan iktidar, temelsizdir. Yapmayan demedim, yapamayan dedim.

Sebep gırtlağa kadar borçlu olmaktır. Öncelik borç faizi ödemek olursa tabii ki hiçbir parti hiçbir şeyi halkı için yapamaz hale getirilir. Harcamalarınız ve bütçeniz daima öncelik borç faizlerini ödemeyi gerektirecek şekillerde ayarlanır. Hâttâ bu da yetmeyip bazı politik tavizler vermeniz gerekir. Bir anda anadilde eğitim tartışılır olur, bir anda andımız birilerinin gözüne batar. Türk sözcüğü lugatlarımızdan ve hâttâ anayasamızdan çıkartılmaya falan kalkılır...

                                                                              
                      

Bugün hepimiz biliyoruz ki medya Türkiye'de ve dünyada "en büyük güçtür." Kimlerin elindedir peki bu en büyük güç? Tabii ki büyük sermayedarların ellerindedir. Sermayedarların hedefleri nedir? Söyleyeyim, sadece paralarına para, güçlerine güç katmaktır. Sıcak paranın kesilmesi işlerine gelir mi peki? Tabii ki bu hiç de istemedikleri bir durumdur. Cevap "Hayır." O halde büyük sermaye gurupları dediğimiz yerli kapital, emperyalizmin neyi olmak durumundadır? Tabii ki UŞAĞI!


Medya halkı herdaim bu doğrultuda yönlendirmek zorundadır. Ve büyük tiyatro, her zaman halka bu şekliyle oynatılır.

                                                                                  
                         

Ancak ne var ki halk aptal değildir. Bu durumu anlayabilir. O zaman başka birşeyler gerekir ki halk, parasızlığını eğitimini, sağlığını, refahını değil de  başka şeyleri düşünsün. Neleri düşünsün mesela? Mezhepleri düşünsün, etnik kimlik siyasetiyle soslanmış ayrıştırmaların yanlısı olup, birbirini yesin, hiç bir parti emperyalizme ve kapitalizme karşı olmadığı halde vatandaş bu partilerin birbirinden farklı olduğunu sanarak sağda solda partizanlık yapsın, ha bütün bunlar yetmiyorsa, o zaman imdada tv. dizileri yetişsin ve halk bir ağızdan sorsun "fatmagül'ün suçu ne?" ya da halk en ucuza nerede hürrem yüzüğü satılıyormuş bir koşu gidip alsın!

Kafa karışıklılığına hiç gerek yoktur oysa. Borç gırtlağa kadardır. Çözüm partilerde değil, tek tek insanlardadır. Herkes bilgilenecek, bilgilendiğiyle kalmayıp etrafını çekip çevirecek, bu borç ödenerek bitmez diyebilecek idareciler çıkana değin de bu sandık demokrasisi palavrasının figüranı durumuna düşmeyecek...

Gerçek kurtuşuş Kemalizm'dedir. Tam bağımsızlık olmadan halk gerçek refaha kavuşamaz...


                                                                             
                         

Jale Altunel,
02.Nisan.2011

28 Mart 2011 Pazartesi

Uzun Bir Sözcük...

uzun bir sözcüktür emek
yollar boyudur
yıllar boyu,
bakımlı bahçelerin
ardı olur kâh nadasta,
gerçek bir emeğin
beklentsi olamaz
karşılığında.
noktasız roman kadar uzun,
bir dost kadar çoktur
kokar evlatlarımıza.
alnımızdaki teri silerken 

içtiğimiz sudur,
iniş ve yokuştur
yazılara sığmaz,
parlar bakışlarda.
güvendir onu çoğaltan

ve dostluktur ancak
yaşamdan geriye kalan
upuzun bir sözcüğün 

yanına konan...

"uzun bir sözcük"
j.ak
28.Mart.2011

27 Mart 2011 Pazar

27 Mart Dünya Tiyatro Günü...

Bizim memlekette tiyatro hem mecliste hem de siyasi arenada, tiyatrolara göre çok daha üst seviyelerde oynanıyor.

Hepsi de maşallah gerçek tiyatro oyuncularımızdan daha iyi "OYUNCU"!

Dünya Tiyatrosunda da durum aynı...

Her yıl aynı senaryo oynansa da  sürükleyicilik olsun, oyuncuların kendilerini yenilemeleri olsun izlenmeye değer ve sürreel efektleriyle insanın aklını başından alabilen detaylarla doludur. Dünya Tiyatrosu'nda ABD'yi ön saflarda görürüz ama  İngiltere yine de shakespeareian tarzıyla klasik tavrını korur.

Ödüller şimdilik sadece Türkiye'de belirlenmiştir.

Derhal aktarıyorum;

TÜRKİYE:

En iyi erkek oyuncu:  ( "Haberim yok"repliği ile) Recep Tayyip Erdoğan.

En iyi yardımcı erkek oyuncu:   ("Fakire aylık bağlayacağım" adlı tiradıyla) Kemal Kılıçdaroğlu...

En iyi kadın oyuncu:  ("Komiser Tokatlamak" adlı müthiş aksiyonla -dublör kullanmadan-) BDP'li milletvekili Sabahat Tuncel.

En iyi yrd. kadın oyuncu: Mecliste olmamakla beraber bu ödüle layık görülmesi bazı kulislerce eleştiri almış olsa da NAZLI ILICAK... Kendisi her role yatkınlığı ve binbir çeşit role girebilme yeteneği ile göz doldurmaktadır...

En iyi çocuk oyuncu: Bu yıl yüzlerce çocuk arasında karar verilememiş ve Güneydoğu'daki bütün "Taş Atan Çocuklar"a verilmiştir... Onlara rollerini ezberletenler ise mansiyon ödülüne lâyık görülmüşlerdir...

En iyi tiyatro müziği: "Ankara Misket Havası..."

En iyi yönetmen ödülü:  Ergenekon adıyla üç yıldır sahneden inmeyen ve ardından Balyoz adıyla kapalı gişe oynanan oyunları yöneten Fetullah Gülen'e verilmiştir... Her iki oyun da Silivri Sahnesi'nde izleyenleriyle buluşmaktadır...

En iyi kostüm: Cübbeli Ahmet Hoca ve tarikatı... Kendisi yurt dışındaki zikir ayini nedeniyle ödül törenine katılamamıştır.

En iyi dekor: "Lâleler" adlı tasarımıyla İstanbul Büyük Şehir Belediyesi...

En iyi makyaj: Cumhuriyet Gazetesi... Eleştirmenler, cumhuriyet gazetesinin yaptığı  Atatürkçülük Makyajı'nın Türkiye ve hatta Dünya Klâsikleri arasına girebileceği müjdesini vermektedirler...

En iyi senaryo:  "Uysada Kodum Uymasa da Kodum" adlı skeci ile Bülent Arınç... Bu doğaçlama oyunu Arınç aynı zamanda kendisi oynamaktadır. Epik tarzıyla göz dolduran  bu skeçteki en büyüleyici repliği ise; "MÜSLÜMANLIKTA SEVİŞMEK YOKTUR!" şeklindeki derin ve anlamlı aforizmadır... Kendisi güldürürken düşündürmeye devam ediyor...

Yılın Tiyatro Barış ve Kardeşlik Ödülü ise,
"HASİKTİRİN! HASİKTİRİN!" sözleriyle gönül telimizi titreten , Osman Baydemir'e lâyık görülmüştür...
Kendisi Amerikan ekolünün öncülerinden olup, aldığımız duyumlara göre boş zamanlarında "we are the world we are the children" adlı parçayı durmaksızın tekrarlıyormuş...

(bkz: en asil duygunun insanı)


25 Mart 2011 Cuma

ölüm yokuşu...

- ne zamandır böylesin?
- valla bilmem üçüncü paketi içiyorum üç gün diyelim.
- ağlıyorsun?
- yok, duman.
- geçer mi diyorsun peki?
- tabi tabi şu sigara bitsin geçer.
- geçmezse?
- bi' sigara daha yakacağım...

hayat, sigaradan olma zaman birimleri gibi
kendinle yüzleşme koşullarını kovalar,
duygularınsa gölgesi bile kaçar.
ve başlar huzursuzluklar,  
böylesi bir durumda 
kusursuzluklar
acı acı kusarlar...
ki yarısı yalan. ne yarısı,
tümü yalan... 
görünenler hep yalan
"fly me to the moon" söyle kendine, 
ki yüzgörümlüğü olsun benden,
yoktan sahiliklere...
işte sana yalandan "gerçek!"
gerçek;
Libya'daki zulüm!
ve her yer
her yer yine ölüm!
ve yine ve yeniden,
insan olmaya değil de
izlemeye gelmiş gibi
dünya nüfüsundaki büyükçe bir bölüm.
şükredenler bile var "halimiz"e;
HALİMİZ?!!
miskin, kokuşmuş bir
fly me to the moon
sen şimdi otur ye 
fırından yeni çıkmış taze bir somun
insanlar geberiyorlar diyorum 
boşu boşuna...
askerimizi sürerken
yeni dünya düzeni
bu ölüm yokuşuna
sen otuz metrekarelik oturma odanda
şükür mü diyeceksin
izlerken plazmandan
kan tacirlerinin
zengin oluşlarına?

"ölüm yokuşu"
j.ak
25.Mart.2011



24 Mart 2011 Perşembe

bir doğruydu hayat...

dip köşesinde
dapdar bir açının
iç köşesinde
karanlık bir acının
bıraktım,
başrol oyunculuğunu
çünkü bu;
kötü bir senaryo.
iç açılarıyla
iç acılarımın
toplamda
üç yüzaltmış derecelik
bir yamuk(!)
görselini
oynamamızı istemiş, "bu" senaryo!
oysa bir doğruydu hayat
işte önümde;
kuytuları sade
rüzgarı yavaş,
geçip gider gibi gezgin bir ayyaş,
üzerinde sendeler yürüyemez gibi
düz.
yalan yanlış giderim, olsun,
o doğrudan giderim.
yol bu:
şakaya gelmez!
sekiz dokuz
ongen...
kuvvet noktasıysa
kendi yörüngen,
yani
dip köşesinde dapdar bir açının
iç köşesinde diyorum,
karanlık
kapkaranlık acının,
çıkartmaya bak
iç açılarından
iç acılarını,
sahipsiz anılarının...

"bir doğruydu hayat"
j.ak
24.Mart.2011


21 Mart 2011 Pazartesi

bir yanda...

bir yanda sevgililer
bir yanda diğerleri
başladık giymeye
mevsimlikleri.
ayanlık sardı
mevsimlik işçiler gibi,
tarafsız yürekleri.
bir çift kanat derdi
şimdi geceler,
fanus ardındaki
flu anıllarımıza...

"bir yanda"
j.ak
21.Mart.2011

18 Mart 2011 Cuma

Kumdan Bir Masal

yapraklar kovalar her çevirişimde
yalnızlığımı
"dur gitme" der peşinden,
parmak uçlarımdaki nasırlar.
oysa göğün maviliğine
kurulmuş çoktan
üç kişilik bir sal,
üzerinde;
ben,
yalınayak bir yalnızlık,
ve kumdan bir masal...

öykülerimiz bile
alabora olmuşlardı
dümensiz gemilerimizde,
azdır eşya bilmez misin?
yorucu olmayan
iç seyahatlerimizde.
batarken suyun dibine
tüm ağırlıklar
bırakıverilir
göğün maviliklerine,
ve uçarlar
hep birlikte;
ben,
yalınayak bir yalnızlık,
ve kumdan bir masal...


"kumdan bir masal"
j.ak
17.Mart.2011

17 Mart 2011 Perşembe

BURASI...

burası aklımın kurtarılmış bölgesi
bir dilek tut ki içinden,
etrafında
ışık pervaneleri dönsün
şiir tutulması yaşanmış bugün
gerçekler tümüyle ölgün!
burası,
yüreğimin kurtarılmış bölgesi
olgunluğumu serer
ısıtırım diz(e)lerimi
ve toprağıma veririm
diyemediklerimi.
burası cephede bir sığınak
öylece sahipsiz,
sessiz barınak
dışarıda bir gün var ki
dolunay gibi parlak
konuşur  diyemediklerini...
nefeslerde hep
karanlığın kokusu,
ve nefslerde var,
düzen korkusu
kınından çıkmaya sak,
hazır cevap
herkeste ağız dolusu
laf-ı güzaf...
burası,
acılarımın kurtarılmış bölgesi
toplanmış bir hasatın 
buruk meyvesi.
yer olur yer,
yâr olur yâr
burası,
yaşlı ağacımın
serin gölgesi...


"burası"
 j.ak
16.Mart.2011

Yatmadan Önce Düş Fırçalamak...

öyle uyanırsın, gözlerinde hüzün,
yüzünde düş çapakları...
yatmadan önce düş fırçalamak,
sabah uyandığında hüz(ü)nü yıkamak,
ve sonra
beklentisizce
kırılmış aynalara bakmak.
yalnız bir sevdada,
eserse poyraz
bunlar
her akşam ve her sabah
olmazsa olmaz...


"yatmadan önce düş fırçalamak"
 j.ak
16.Mart.2011