15 Haziran 2011 Çarşamba

DENİZ KENARI MUTLULUKTU...

Deniz kenarı mutluluktu...

Hele de yaz gelmiş, hele de gün, bir meydan muharebesi kahramanlığında ışığıyla aydınlatmayı uzatmışsa, hele de çocuklar oynuyorlarsa o deniz kenarındaki parklarda habersizce ve masumca… Acımasız bir şekilde oynatmasa bile sırf kendi topu diye şu ötede duran çocuk diğerini, her nasılsa bir yolunu bulup bacasından dalıverir diğer çocuk, o oyundan içeri… Hava mis gibi iyot kokusuna karışmışken, hele aşıklar en güzel elbiselerini giymiş de birbirlerine kırlangıç kuşları gibi gösteri uçuşları yapıyorsa  kanatlarını denizin köpüğünde seğirterek… Deniz kenarı, çocukların masum kahkahalarıyla, o masum çiftlerin tatlı tebessümlerine bezenir ve sahile inen dar yolda iyot kokusu ile genç kızların elbiselerinin üzerindeki zambak ve leylak çiçeklerinin kokusuyla harmanlanır. Her bir ağaç altı, yüzleri ve enseleri koşuşturmaktan kan ter içinde kalmış çocuklarına, domates peyniri ekmeğe katık ederek hazırladığı ikindi kahvaltısını vermek üzere “anne ellerinden”; Kadınların toplandığı arı kovanları oluverir… Kimi orta yaşlılar yanlarındadır kızlarının ya da gelinlerinin, torunlar için hazırlanan azığa eklemişlerdir evden getirdikleri serçe parmak kalınlığında o güzelim zeytin yağlı yaprak sarmalarını, kimileriyse kadınlı erkekli girdikleri kahvehanede takılganı olmuşlardır tavşan kanı çayları ve birer sigara eşliğinde yudumladıkları günlük ajans sayfalarının…


Burası on, on beş yıl kadar öncesinin Maltepe Sahiliydi. Bir tatil kasabasını andırıyordu, yaşam gailesi içinde olmalarına rağmen insanların yaz zamanı deniz kenarındaki o tatlı rehaveti…

Kimse acele etmezdi hemen hemen… Sadece çocuklar. Çocuklar hep aceleci ve koşar adım, birbirleriyle yarış eden oyunlarıyla göz mesafenizin alt taraflarında kalmalarına rağmen gözlerden de asla kaçmayan devingen halleriyle, üç dakika izleyeni bile yorgunluktan bitap düşürebilecek olan o tatlı ve neşe dolu çocuklar… Ve yalnızca oyun oynarken düştüklerinde, ya da hani şu topuyla oynatmayan çocuğun mızıkçılığı yüzünden ağlardı o güzelim elma şekerleri…

Anneler umutlanırdı çocukları için, dantelini örerken ağaç gölgesinde “itişmeyin bakayım düşersiniz” derdi demesine de pek de önemsemezdi. Henüz panik atak nöbetleri sarmamıştı anaların yüreklerini. Kaygılar ve anksiyete nöbetleri de yoktu. Tatlı bir yorgunlukla dönülen evlerde, tek dert “akşama ne yemek yapacağım” düşüncesiydi. “Nasıl ne ile yapacağım” diye sormaktan henüz bihaberdi kadınlar. Baba eve geldiğinde bir akşam yemeği yenildikten sonra komşu gezmesine gidilir, ya da akşam serinliğinde yine o sahile inilir ve yenilen yemek hazmedilsin diye şöyle bir Küçükyalı’ya kadar yürünür, yolda karşılaşılan dostlara selâm verilir, hararetli kucaklaşmalar şen kahkahalarla adeta gece vokali olurdu martıların beyaz çığlıklarına… Ve aile babaları geceyle birlikte örterken güven dolu kollarıyla eşlerini ve çocuklarını, tatlı rüyalar görmek üzere ertesi günün umut dolu uykularına dalınırdı… Henüz uyku problemi yoktu babaların, yani baş ağrısından da kıvranmazdı erkekler. Yüzlerindeki ışık solmamıştı hiç birinin ve hiç biri henüz tanışmamıştı “yetememe” duygusuyla. Hiçbir çocuk bilmiyordu yapamayan, beceremeyen, oldurtamayan, kazanamayan bir babanın nasıl bir insan olduğunu… “Benim babam” diye söze başlayan o gurur dolu elma şekerleri, tanışmamışlardı henüz “içinde bulundukları şartlar” yüzünden ağlamalarla ve göz yaşlarına…


Çocuklar artık, şu GDO’lu ürünler yüzünden obeziteye doğru gidiyorlar ve çok hareketli de değiller. Hormonlu ürünler yüzünden küçücük kız çocukları dokuz yaşında periyot dönemine giriyor. Bu erken ergenlik anomalisini bertaraf amacıyla da yurt dışından iğneler ithal ediyormuşuz… Ne yaptınız bizim kuzularımıza böyle? Ne yaptınız bizim al elma şekerlerimize? Çocuklarımızın yüzlerindeki o masum kahkahalardan ne istediniz? Yavrularımızın bedenlerine ne yapmak niyetindesiniz

Orta yaşlı delikanlılarımız vardı bizim genceciktiler hani… Hani İsmet Hanım Teyze vardı, gencecik bir kız gibi, ne olursa olsun emekli maaşından artırır ve bayramlarda torunlarına ve mahalle komşularının torunları ya da çocuklarına ufak tefek hediyeler alan… Hiç ummazdı meselâ Orhan Amca, bir gün oğlunun ev kirasını ödeyemediği için gelip kendileriyle oturmak zorunda kalacağını… Evlerindeki bütün eşyayı dağıtarak hem de. O evde bir dedeydi bir zamanlar ki sinmişti kokusu Orhan Amca’nın o her zaman oturtulduğu baş köşeye.

Aşıklar bir zamanlar o kadar aşıktılar ki birbirlerine, ne cep telefonları vardı, ne de internette herhangi bir paylaşım siteleri –ola ki Internet de yoktu zaten- ama şu gün şu saatte şu dakikada derler ve o gün gelene değin uyku girmeyen o çilek kokulu gözleriyle tertemiz gelirlerdi buluşma yerine… Kız geç gelirdi meselâ bir parça naz için, erkek titreyen gözlerle bakardı, “evleri şurada olduğuna göre mutlaka bu yoldan gelir benim sevgilim…” Ve bir de “aşıklara saygılı olmak” diye bir tanımı vardı benim memleketimin… Kimse öyle hor görüp tartaklamazdı onları. Ki bilmiyordu Şebnem de Ayhan da uyku bozukluğu ne demekti, anti-depresan denilen şey ne işe yarardı? Gençler henüz bilmiyorlardı facebook’da ilişkisi var ne demekti? Ve ilişkiyi facebook üzerinden  şak diye kestirip atıvermek… Henüz tanışmamışlardı döner bıçaklarıyla okul bahçelerinde ve henüz okulda tarih öğretmenleri saptırarak anlatmıyordu Çanakkale Zaferimizi…

Benim yaşadığım yer Maltepe. Sahil… Ve on beş yıldan bahsediyorum kırk yıldan değil. Ne kadar hızlı olup bitti her şey, ne kadar hızlı yoz yağmurlarının kapkara bulutları ekonomik sıkıntıların yarattığı acıları o kara bulutların içine kattı… Sahilde artık şu Büyükşehir’in her mahalleye koca ihalelerle yaptırdığı saçma sapan egzersiz aletlerinin olduğu yerlerden var. Orada altlarında termal eşofmanlarla, deve kafalı kadınlar bir sağa bir sola döndürüyorlar bellerini ki “pardösü ile egzersiz” alanında çığır aşmışlığı yaşıyoruz son birkaç yıldan beri…

Kahvehanelerde toplanan insanlarınsa yüzlerinden düşen bin parça. Çaycı Yaşar Ağabey artık ikinci bardak çayı içer misin diye sormaya utanıyormuş... “Emekli insan ayıp şimdi, içmiyorsan git der gibi,.. olmaz” diyor… Günlük piknikler ekseriyetle yapılamıyor artık bu güzel sahilde, çünkü insanlar moralsiz güçsüz ve tabii ki parasız… Sokağa çıkmak zül geliyor. Anneler çocuklarının ufak tefek yaramazlıklarına panik atak bir halde avazlanıyor  artık…

Topluca katledildi çocukça masumiyet,

Katledildi umutlar,

Katledildi gençlerin duyguları…

Ve bir toplum ki yediden yetmişe gitgide köreltilmeye, yok edilmeye çalışılıyor.

On beş yıl…

Silkelenmek ve yeniden doğuş, bu kadar uzun sürmemeli! Yapmamız gereken tek şey ne olduğumuzu anımsamak sanki…

14 Haziran 2011 Salı

SANAL YANILSAMA


“Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi, yasaklanırdı!” Emma Goldman…

Türkiye’nin bu günkü şartlarını göz önünde bulunduracak olursak, bu söz çok daha anlamlı bir hale geliyor. Neden mi? Seçim sonuçları değerlendirilirken hep şu sözler söylendi, söylenecek:

“Seçimler halkın büyük bir katılım oranıyla gerçekleşmiştir…”
“Seçimlerde halkımızın %90’ı sandık başına gitmiş ve yurttaşlık vazifelerini(!) yerine getirmişlerdir...”
“Halkımız 12 Haziran’da bir demokrasi şöleni gerçekleştirmiştir!”

Ama ne şölen?

Demokrasi şöleni... Büyük bir katılım oranıyla hem de. İsteneni kuzu kuzu yerine getirmiş ve bu komedi tadındaki oyuna iştirak etmiştir halk. Akıllarda hep meydanı boş bırakmamak, iki eli kanda da olsa bu ulvi(!) yurttaşlık görevini yerine getirmek, 13 Haziran sabahına da böylelikle yepyeni, pırıl pırıl bir başlangıç yapmak sanrısı, her seçimde olduğu gibi bu seçimlerde de medya aracılığı ile halka dayatılmıştır...


Seçimler hiç de sürpriz olmayan bir sonuçla geldi geçti, bitti. Yine her zamanki gibi çok büyük bombalar patlatacağını sananlar oldu. Seçim günü yaklaştıkça kalp vurum sayıları adeta taşikardi sınırlarında dolaşan büyük bir çoğunluk, şu AKP’yi başımızdan def edip, kendi partisinin bayrağının en tepelerde dalgalanacağını sandı. Peki ya önümüzdeki dört yıl? Eminim ki dört yıl sonraki seçimlere de aynı gazla son sürat gideceğiz.

2002 seçimlerinden beri, yerel seçim ve referandum da dahil olmak üzere, beşinci kez sandıkların başına götürüyordu milleti. Yaklaşık dokuz yıldır yaşananlarsa ortadadır. Seçimlere hileler karışıyor. Öyle ya da böyle. Seçmeninin 1/3’ünü ölülerin oluşturduğu bir iktidar partisinden bahsediyoruz. (Seçmen sayısı/basılan oy pusulası sayısı) Daha önceki seçimlerde neler olmuştu? Serverlar çökmüştü (e çökecek tabii), elektrikler kesilmişti (e o da arıza… olur o kadar), akli melekeleri yerinde olmayan huzurevleri, bakımevleri gibi yerlerdeki insanlara oy kullandırılmıştı, sandıklar polis gözetiminde gözlerden uzak bölgelere kaçırılmıştı ve buna benzer nice hileleri hep beraber yaşamıştık değil mi? Sınavlara kadar sıçrayan kopya skandalları ise ileri demokrasimizin tuzu biberi olmuşken hâlâ daha oturup ciddi ciddi seçim sonuçlarını değerlendirmek ve kritiğini yapmak havanda su dövmektir.

Zira atı alanın Üsküdar seferleridir bugün olagelenler.

“Devletin tüm kurumlarını ele geçirmek” gibi bir hedefi şiar edinmiş bir oluşumdan bahsediyoruz. Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek olan maddelerini değiştirmek yolunda koşar adım ilerliyorlar.

CHP neden Y-CHP haline getirildi?

Bunun yanıtı bana göre olası bir yol kazasını bertaraf etmek değildi. O yine her zamanki gibi ana muhalefet rolünü üstlenecek olan bir partiydi, ancak ne var ki mecliste, meclis çoğunluğu ile oylanacak olan yeni anayasaya muhalefet edecek seslerin kesilmesi, bunun yerine ortanın solunda duran bu partiyi daha da ortaya çekmekti amaç. Ve gayet başarılı bir operasyonla ve gayet sanki iktidar olmak amacı güden bir tavrı varmışçasına canhıraş bir seçim çalışması yolu izlendi. Ancak biliyoruz ki yeni anayasa için sert bir muhalefeti olmayacaktır Y-CHP’nin! Rolü de budur…

Artık konuşma zamanıdır!

Sokağa çıkma zamanıdır!

Örgütlenmenin tam zamanıdır!


Seçimlerden sonra yapılanlar, genellikle Aziz Nesin’i anmak, bol miktarda kritik yapıp, hataları tespit etmek yönündedir. Bence Aziz Nesin halkın aptallığına “cahilliği” kapsamında bir oksimoronla vurgu yapmıştı. Evet bu da doğrudur, yanlış değil. Halkın o kadarlık bir oranı cahildir.

Bu konuda Sayın Cihan Dura’nın bir yazısında yapmış olduğu tespite katılmamak elde değil. Diyordu ki, halk olayları makro değil mikro ölçekte değerlendirir.

Yapılan bu demokrasicilik oyunu tam bir palavradan ve sanal bir yanılsamadan ibarettir. Hâl böyleyken seçimler için yapılan onca masraf, bizlerin paralarıyla gerçekleşen fütursuzca müsriflik, insanın içini acıtıyor.

Nasıl bir seçim gerçekliğe yaklaşabilir?

*Seçim barajının olmadığı,
*Dokunulmazlıkların olmadığı,
*Vekillerin tabandan halk tarafından seçildiği,
*Millet vekilliği maaşlarının asgari ücretin bilmem kaç katı kadar olmadığı,
*Yasama yürütme ve yargının bağımsız birer organ olduğu,

şartları sağlanırsa, o seçimler büyük oranda gerçeklik payı içerebilir ve bir aldatmaca olmaktan uzak bir hâl alabilir…

9 Haziran 2011 Perşembe

TASVÎR-İ EFKÂR- (özlem tarhan)

‘’Geldiğinde;
Bir mevsim can bulmuştu içinde
Ve o kadın;
Ölüyor şimdi kendi ikliminde…’’
Yazgı bu;
Tanrı yazar,insan yaşar
Da…
Şu gözümden akanlar olmasa!
Hayat sınar;gönlüm kınar ha medet
Zulümdür bu gidişler
Ölümdür her bitişte yitişler…
Firkat…
Ne vakit yüzün karışsa özüme
Ay çarpar tenime buz gibi…
Balçıktır onulmaz sevdan
Bulaşır küskün ellerime
Kuşatır bedenimi ardından
Yağmalanmış kentlerin çaresizliği
Oysa ki bilirsin
Gurbetimdir gözlerimden ırayan gülüşün…
Dokunmasın kimse!
Seni sevebilme ilmindeyim an be an
Tekmil acılar yüklenmişken sırtıma
Yokluğun merhametsiz bir çocuk;
Elinde karasapanı
Hırsla vurur anılarıma
Ey hıncına kurban olduğum!
Kâfî gelmez mi artık
Yanarken avuçlarımda gün
Sızlarken omzumdaki melekler
Düşlerimin tereğinde sızmalarım..?
Hadi
Ver tenini
Ayazda kalan dudaklarıma
Yırtılmışken yüzümün göç haritası
Bilirim; ne güçtür dönmek çıkılan yoldan…
Nefsime yenilirken aldığım her nefes
Bakamam aynalara
Kaybolur giderim yoksa…
Velhâsıl;
Beni bende aramayın
Aşka kadem bastım…
Sol göğsüme tüneyen yalnızlık
Vaktidir;
Uç artık…


özlem tarhan 

05.Haziran.2011

8 Haziran 2011 Çarşamba

SEFER-İ HASARDA "BEN"

tek bir gözden gösterilirken hayat
ya da
tek göz odalara hapsolmuş ve
anlamını yitirmişken özgürlük,
günleri sayarak,
sayılarıyla oyalanmak takvimlerin
ve zaman cellatlarını
kutsayan alkışları
bütün yıl dönümlerinde yaşayarak,
bırakacağız sevdalarımızı
çıkamadığımız üçgenlerin içinde
                                       belki de...
nehir yatakları bile
bomboştu artık bütün benlerde
ve iklimleri kurumuş,
o sahte pespaye
gövde gösterilerinde.
öyle bir indiriyordu ki tipi,
acıtan aşıklar gibi,
toprağın damarlarına
ve  bütün yaralı yârlarına.
ne benler kalacaktı
çığ tutmuş yüreklerden geriye,
ne de ayrı sevdalar...
çağlasa artık yataklarında
çağlasa ırmaklar, 
kavuşurken selâmını getirse
yüksek  dağlarından diyarın
ay yüzüyle ayna, gencecik bir 
                                       ihtiyarın ! 
bir söze ve tek bir göze hapsoluşlar,
yer altındaki tüm kötü tanrılarla
el ele vermiş,
şu inatçı  yok oluşlar.
ve tüm yokuşlar; 
haykırırken laneti,
günâhların adları artık,
kara bir kedi melâneti.
bir can sesi bekler budağımda 
                              her bir ben...
ve dudağımda,
bütün türkülerden bir dem,
her taşı ayrı düşer iklimlerin,
şimdi hepsi bir nefes ağırlığında
ve bir tan telaşında,
en batıdan en doğuya...

"sefer-i hasarda `ben` "
j.ak
08.Haziran.2011

6 Haziran 2011 Pazartesi

IHLAMUR ÇİÇEKLERİM

şimdi hayallerin gözleri gri
talan selleri sildi
içimizdeki
ıhlamur ağaçlarının renklerini…
silinemiyorsa yazılanlar,
karalanır üzerleri
ya da ne var ne yoksa okunamasın diye
dövülerek yıkanır,
küllerle ve çamurlarla.
silebilir misin sen
gencecik kızlarımın bir halı üzerindeki
“karanfilli” hayallerini?
Silebilir misin
yemenisindeki iğne oyasından
asker Memed’ini?
silebilir misin
tütününün zıvanasından
bir nefes doldururken içine
Hasan Amca’nın kahvede
kurtuluşu anlatmasını
tavşan kanı çayına banarken Elif aşkını,
vatan aşkına katmasını?
devşirilmiş bıyıklar var
ve hörgüç kafalı kadınlar,
beş yıldızlı otellerde, benim paramla
saltanat toplantıları yaparlar!
bilmezler ki
parayla alınmadı bu topraklar
para karşılığı bir türkü
yakabilir mi hiç ozanlar?
bilmezler,
Anadolu’da toprak içre yaşadı
o ulaşılmaz sevdaları,
Ferhatlar ve Mecnunlar…
aşk büyülü bir iklimdir ki
onlar bilmezler!
kısraktır aşk,
o kısrağın üzerindeki gelin,
o gelinin yoğurduğu hamur,
hamuru hamur eden bir yağmur ki
şehidimin rahmeti,
canımın bahar tomurcuğu
her döngüde kuşaktan kuşağa
bulanan bu sevdaya …
bilir misin kusup atacak seni
diğer attıklarıyla toprak,
kafandaki hörgücün  
kana bulanmış bıyığın
çekip gidecekler heyhat!
her bahar tomurcuğunda,
memleket aşkına bulanacak
bütün duru renkleriyle
benim ıhlamur çiçeklerim…

“ıhlamur çiçeklerim”
j.ak
06.Haziran.2011

4 Haziran 2011 Cumartesi

GÜNEŞİN KARANLIĞI


Haziran güneşi doluyor evlere
damlarda saçaklar sapsarı kuru,
her kapının ardında bin dert kaynıyor
umutlar katık olmuş yanlarına,
göz göz Haziran seğiriyor pencerelerde.
bu ışık, yaşanan kapkaranlık bu sahnede
“güneşli gün tedirginliği”
serpiyor iliklerimize.
milyonlar küskün, milyonlar yoksul ve aç,
milyonlar ıssızken memleketimde
çırılçıplak bir yalnızlığa sımsıkı sarılmış,
Haziran’ın güneşten pençesiyle.
karanlığa sarılmak,
öğrenilmiş çaresizliklere,
yalan denizlerinde,
sarılır gibi yılana, Haziran'da...
gelinlik kızlar,
çıkartmışlarsa yakalarından o martiçkaları
başakların hasatlarına
baskın vermişse şu karanlık eller
aylar, aylar öncesinden,
umutları paramparça edilmişse delikanlıların
hayal balonlarında,
son kez sarılır bu millet yalnızlığa.
ve firkateynlerimin yiğit serdümenleri yanıyorken
Haziran’ın bu karanlık sıcağında damlarda,
can veriyorsa Metin öğretmenler
faşizmin kanlı namlularında
ve sapı samanla karıştırıp
tıkmışlarsa yüzlercesini hücrelere
Türk'ün o ulu destanını çamura bularcasına,
sondur yılanlara sarılmak son.
bir numaraya tıraşlanmış bıyıklı yaşlı adamların
koca elleri uzanmışsa on dördündeki çocuk kızlara,
yolları, suları, toprakları satılmışsa
ebedi mahremim, namusum, memleketimin,
ve artık o nazlı çiçekler açmaz olmuşsa
zehirler akıttığınız topraklarımda,
son kez sarılır son kez, yalanlara
uçsuz bucaksız milyonları halkımın,
son kez sarılır ve son kez çırılçıplak,
yılana sarılır gibi
“sandıklara...” bu karanlık sıcaklarda…

“güneşin karanlığı”
j.ak
04.Haziran.2011


1 Haziran 2011 Çarşamba

ÜÇÜNCÜ TÜR


Türk…

Bu sözcüğü kullanmamız ne zaman yasaklanacak diye bekliyorum. Türk, Türk, Türk… Yasaklanmadan bolca kullanmalı. Türk dili ile uğraşıyorlar. Neymiş efendim, kelime hazinesi zayıfmış Türkçe’nin, bilmem hangi dilin kelime hazinesi kadar engin değilmiş. Türklüğümüzle ve ulusal kimliğimizle alakalı ne kadar değer varsa ezberlenmiş repliklerle ve fazlaca bağırarak öne çıkan bu sesleri dinledik ve dinledik. Savunmaya geçtik tabii, faşist diye damgalandık. Kemalist’iz diye haykırdık, vatan dedik, karşımızdaki güruh “memleket” sevdamıza burun kıvırdı, dünya insanı olmaktan dem vurdu. E iyi de madem dünya insanısın ve Atatürk’ün “Türk Milleti” tanımını algılamaktan bu kadar imtina(!) ediyorsun o zaman bu ulus devletin karşısına ne yüzle ve hangi hakla bir başka ulus devletin planlarıyla çıkmaya kalkışıyorsun? Türk Dilinin kelime hazinesini zayıf(!?) bulan zihniyet, kuş dilinden hallice bir dili nasıl “anadilde eğitim” safsatasıyla pazarlamaya kalkışıyorsun? Akıl var izan var! Ben Türk Ulusu deyince faşist oluyorum da, sen “benim Kürdüm” deyince ne oluyorsun peki? Hele de bu “senin Kürdün” Atatürk’ün vurguladığı Türk Ulusu kavramının yanından bile geçmezken?  Bunun adı şizofrenidir. Tabii ki buna kızıp alınanlar çıkabilir ama bu benim gönlümden esen gayet şairane ve iyi niyetli bir tanım. Şizofreni hastalığını reddediyorsa bu birileri o halde hem Kürt faşisti, hem de vatan hainidirler…

Bu vatan, üzerinde yaşayan herkesin vatanıdır. Adı Türkiye’dir. Üzerinde yaşayanlar Türkiyeli değil Türk’tür. Etnik kimliği ne olursa olsun. Türk Milleti kavramının içini boşaltamayacaklar. Artık buna ne iznimiz vardır ne de onayımız. Türklüğe, Atatürk’e ulusal kimliğimize, tekerleme tadında ezberlenmiş palavralarla yapılan saldırılar, yavuz hırsızlıktır. Halk artık bu palavraları ve sosyalizm sosuna bulayıp halk halk diye naralar atılarak yapılan dezenformasyonları yemiyor.

* * *

Cem Yağcıoğlu'nun gayet yerinde ve zamanında bir yazısı vardı “Aykırı ve Soyut” diye. Tabii bu yazıyı anımsayanlar sözü nereye getirmek istediğimin farkındadır. Kısa bir anımsatma yapacak olursak, Sayın Yağcıoğlu bu yazıda gençliğin rock müzik ile nasıl uyuşturulduğundan gayet doğru bir dille bahsediyordu.

Konuyu buraya getirmemin sebebi şudur ki; Yukarıda kısa bir özetle bahsettiğim bu sosyalizm sosuna bulanmış ve kafası karışmış bazı sol fraksiyonların üniversite gençliği tarafından Marksist-Leninist çizgide korkunç bir algı yanılgısı ile ete kemiğe bürünmesi “dünya insanı olma” şeklindeki süslemelere kolayca inanmalarıdır.

Rock müzik her şeyden önce protesttir. Karşı durur. Neye karşı durur peki? Öncelikle anamalcı sisteme, sömürüye ve eşitsizliğe karşı durur. Dönem itibarıyla baktığımızda rock'n roll denen swing sonrası (ki buna savaş sonrası desek daha doğru olur) müziğin kalıplarından ilham alır. Big Mama Thornton “Hand Dog” adlı parçayı -ki bu parça gerçekte blues ritimleri taşımaktaydı- Elvis'e armağan eder ve Elvis sayesinde bu siyah kadının yazmış olduğu parça dünya üzerinde herkesçe bilinir hale gelir. Swing ise İkinci Dünya Savaşı'nın Amerika'sına hareketli caz orkestralarıyla (ör:Glenn Miller Jazz Band) eşlik ediyordu.

İşte rock bu kalıpları kapsayan ve daha sonra çeşitlenecek olan türevleriyle doğdu. Hard rock daha sert vurguları ve sözleriyle ayrıştı, derken glam rock makyajlı adamlar ve seksist sözlerle çıktı karşımıza. Daha sonra düzene karşı durmak adeta küfretmek Heavy Metal ve onun türevleriyle çıktı... Konu detaylı ve her bir detayda ayrı ayrı yutturmacalar gizlidir tabii.

Müziğin  evrenselliğine vurgu vardır. İyi tamam tabii ki evrenseldir bu müzik ama bana kakalanan o sözler faşist ve ırkçı ise Heavy Metal denen türün erkek egemen topluma hizmet edercesine kadını aşağılayan sözler içermesini hangi evrensellikle bağdaştıracağız? Ya da sistemin budalası Manowar konserine benim Marksist geçinen güllerim bir asgari maaş kadar parayı bayılırken sonra nasıl bana “halk adamı” ağızları yaparak bir de üzerine “sosyalizm” tekerlemesini papağan gibi söyleyecek?

Rock kültür evrenseldir ama gerçekte asla evrensel bir tabana oturamamıştır. Hâlâ daha “yer altında” yaşar. Çünkü sözleri kimsenin işine gelmez. Hiç bir plâk şirketi o albümleri yapmaya yanaşmaz. Yanaşanlarda da zaten reklâm yapabilecek bütçe yoktur. Ki zaten de bu rockçılar o reklâmı istemez. John Lennon Imagine dedi ve öldürüldü. Niye acaba? Öldürürler tabii. Kitleleri peşinden sürükleyebilen bu güzel adam ne diyordu,

“hayal edin sınırlar yok, hayal edin dinler yok, hayal edin ırklar yok!”

Bu adamı kim yaşatır ki? Bu minvalde yine söz söylemek isteyen biri daha (ateistti) sahnede öldürüldü... Öldürülenlerin hepsini de güya bir hayranı öldürmüşmüş… Çizilen imaj yaratılan algı böyle. Oldu biz de yedik! Rock yıldızlarına bakın, hepsinin ya kolunda ya boynunda bir haç kolye ya da bileklik vardır. Evet rock müzik evrenseldir ama Lennon'ın dediği koşullar sağlanırsa.  Sağlanmamış neler olmuş peki? Adam konsere Amerikan bayraklarıyla çıkıyor, sen onu alkışlıyorsun. E bravo benim sosyalist gencime. Manowar'lara saydığın o milyonlarca lira da feda olsun ne diyeyim. Dini imanı para olmuş, sarayı andıran villasından çıkmayan o adamlar rock adı altında neye hizmet eder?

Her konuda olduğu gibi ulus devletlerin gençlerini de kolay yoldan nasıl avucunun içine alması gerektiğini gayet iyi bilir küresel güçler. Rock ve 68 kuşağı ile bağlantılı bir tema vardır bence son derece de önemlidir “savaşma seviş” teması. Bunun çıkışını hepimiz biliyoruz, savaş hangi savaştı, gençlik bunu nasıl protesto etti…

Ancak “Beat kuşağı” ile belli başlı temalar şekillenir felsefi bir tabana da oturur. Beat jenerasyon bir edebiyat akımıdır aslında ve rock felsefesini tanımak için beat kuşağı yazarlarının iyi incelenmeleri gerekir. Bunlar William S. Burroughs, Allen Ginsberg, Neal Cassady ve  Jack Kerouac'dan oluşur ana grup olarak. Tabii sonradan ilâveler vardır kadın beat yazarı olarak adını anmadan edemem Diane di Prima da katılmıştır   mesela... Bu yazarların okunmaları ve beat kuşağının bizlere ne anlatmak istediği bilinmelidir ki bazı oyunlara gelmeyelim... Rock diye kakalanmak istenen şeyin gerçekte ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini bilelim. Çünkü işte bu yazarlar gerçek anlamda evrensel olanı işaret ediyorlar zaten…

Ancak ne var ki ülkemizdeki söz sahibi kurumlar geçtiğimiz günlerde Burrougs'un kitaplarına ve Sel yayıncılığa dava açtılar.

Milletin ahlâkını bozuyormuş. Oysa bu milletin ahlâkını hiç bir şey yetmiş yaşında bir adamın 14 yaşındaki bir kıza tecavüzünden daha fazla bozamaz (Hüseyin Üzmez). Bu milletin ahlâkını tecavüzü normalleştiren televizyon dizileri kadar hiç bir şey bozamaz, sofrada birbirine küfür boyutunda hakaterler etmenin normalleştirilmesi kadar hiç bir şey deforme edemez. Silâhların şiddetin, hakaretin nefretin gırla gittiği televizyon dizileri filmleri cayır cayır oynayacak ama beri tarafta kült olmuş bir edebiyatçının kitapları sansürlenecek, basımları engellenecek. Yapılan bu hadsiz sansür, toplumun ahlâki değerleri çok umursandığından değil, gençlerin uyanmasını engellemek için getirilmiştir.

Memlekette palavra tek değildir. Kaç koldan kaça ayrılmıştır bilince bile fark etmesi birkaç gününü alıyor insanın. Kafamızı kaldırıp bir bakıyoruz, o da ne? Bir üçüncü tür yaratılmış. O üçüncü tür kendi söylemini palavralar üzerine yoğurmuş ve kendisi de inanmış.

Ona göre vatan burun kıvrılması gereken bir şey, olmasa da olur yani, ama gel gelelim facebookta Nazım’ın şiirlerini paylaşır çünkü nedir sıkı sosyalist! Bak sen şu işe yahu!

Müzik?: “Hee o mu evrensel ağabey”,

Ulus devlet?: “faşistsiniz”, 

Türk Milleti?: “Bizden bi’ cacık olmaz”,  

Bölücü hain?: “Aa kardeş Kürt halkı! Gerilla, özgürlük savaşçısı”

Hadi oradan!


26 Mayıs 2011 Perşembe

MODERN ÇAĞIN GLADYATÖRLERİ


Spor: Müsabakası yapılan oyunlardır. (Ör: basketbol, futbol, tenis, yüzme…)

Egzersiz: Metabolizmanın gündelik yaşamda daha aktif ve zinde kullanımını sağlamak için yapılan düzenli hareketler bütünüdür. ( Egzersiz müsabaka amaçlı yapılmaz ve dolayısı ile bir sağlık kulübüne giderken “spora gidiyorum” gibi acayip bir cümle kurulmaz.)

Beden Eğitimi: Motor gelişimi ve oyun kurabilme zeka ve becerisini kazandırmak amaçlı okul öncesi ve okul çağı çocuklarına öğretilen öğretilerdir.

Her biri diğerine zemin hazırlayan bu mükemmel aktivitelerin hayatın içindeki gerçek anlamları ise gün geçtikçe tüm “normalde olması gerekenler” yanında yerini almış ve maalesef yerle bir edilmiştir.

Beden Eğitimi dersinin önemliliği ile başlamak isterim. Altı on iki yaş arası motor gelişim, çocukların bedensel koordinasyonlarını dengesini düzenleyici aktiviteler barındırır. On üç-on yedi yaş arası ergenlik dönemindeyse performansa ve efora dayalı faaliyetlerle cinsel enerji (libido) tüm bedensel aktiviteler ve beden eğitimi dersleriyle yüksek bir oranda atılır. En kritik dönem olan ergenlik döneminin o beden ve duygulanım arasındaki hassas çizgiyi çocuklar bu faaliyetlerle dengelerler. Karma uygulamalarda yapılan yarışmalar ve oyunlar henüz kuvvet farklılıkları olmadığı için son derece eşitlikçi ve çocukların becerileriyle ön plana çıkabilmelerini sağlayıcı özellikler taşır. Şimdilerde uygulanansa nedir? Bunu hepimiz biliyoruz. Beden eğitimi dersleri tıpkı müzik ve resim dersleri gibi neredeyse rafa kalkmak üzeredir. İstenen nasıl bir toplumdur ve bu ağaçları yaşken eğitmemize neden engel olmak istemektedirler? Bunların yanıtlarını herkesin bildiğini düşünerek uzatmayacağım… Ancak ne var ki bizler çok daha iyi müfredatların yerlerine konmasını hatta çocukların zihinsel ve bedensel gelişimleri için elzem olan bu derslerin evvel ezel uygulanışlarına baktığımızda zaten durum içler acısıdır. Kasalar minderler, çocukları ürküten ve hatta dersten soğutabilen tuhaf öğretmenlerden tutun, işlevselliği ve amacı bakımından son derece saçma müfredat konularına kadar bugüne değin bir açmazın içindeydi bu ders…

Egzersize değinecek olursak...

Egzersizin çıkışı; İsveçli Peter Henrik Ling’in (1776-1839) jimnastik hareketlerini akıcı ve ritmik bir hale getirmesiyle olmuştur… Bu uygulama tüm dünyada geniş bir yankı bulmuş ve diğer ülkelere de dalga dalga yayılmıştır. Ülkemize bu “sağlıklı yaşam için” olan aktiviyeti sokan kişi Selim Sırrı Tarcan’dır (1874-2 Mart 1957)
Selim Sırrı Tarcan; Beden eğitimi öğretmenliği yaptığı yıllarda İsveç jimnastiğini polis okullarında ve askeri okullarda da uygulamıştır.

Almanya’da ise kitlesel egzersiz tabanında ele alınmıştır. Nedir? Bel boyun gibi çok önemli yaşam kalitesini orta yaşlarda olumsuz etkileyen ve ülke ekonomisinde total olarak düşünüldüğünde çok büyük zararlara neden olan  bu rahatsızlıkların “koruyucu hekimliği” yapılacak, hem halkın ileriki yaşlarında yaşam kalitesi artırılacak hem de ülke ekonomisine katkıda bulunulacaktır...

Tabii ki işin ucunda güzellik çekicilik ve albeni olunca kapitalizm rahat durur mu? Durmamış. Egzersiz denilince eminim herkesin düşüncelerinde reklâm ve boyalı basının algılarınızda oluştura geldiği üzere bir “kilolu (yani çirkin)” ve bir de “çekici (yani birilerinin ideal ölçü diye dayattığı)” ölçülerde taytlarını giymiş ha gayret çabalayan “kadınlar” oluştu. Eminim egzersiz deyince hiç kimse önce sağlığını düşünmüyordur. Algılara yerleştirilmiş olan o “fit” olmak dürtüsü çoktan kalıcı bir hale gelmiştir. Kapitalizmin belirlediği bir ideal ölçü algısı yaratılır ve insanların bunun peşinde birer maymun olması sağlanır.

Egzersizin Türkiye’de sağlık boyutunda işlerliğini kazandığı yıllar olmuştur 1990’lar. İlk kez Türkiye’de 1992 yılında belediyelerden yer tahsisi istenerek halka ücretsiz olarak yaptırılması planlanmış ve tarafımdan altı yıl boyunca uygulanmıştır. Sponsorsuz ve tamamen pilot bir uygulama olsun, örnek teşkil etsin istenilmiştir. Egzersiz salonları adeta birer mantar gibi hemen her mahallede olmak üzere açılmış ve o yıllar egzersizin altın yılları olmuştur.

2002’de  AKP’nin gelişiyle beraber, spor ve egzersiz konularında inanılmaz yasalar çıkarılmıştır. Amatör Spor kulüpleri sponsorluk yasasının ağır ve tuhaf şartlarından dolayı birer birer kapanmak zorunda kalmışlardır. En büyük yıkım amatör kız takımlarında olmuştur. Egzersiz salonları için de getirilen havuz sistemi ve ağır vergi uygulamaları nedeniyle mahalle arası salonlar kapatılmış, bunun yerine kara para aklayıcılarının büyük holding isimlerinin anlı şanlı milyonlarca dolar akıtarak yaptıkları oluşumlar sarmıştır dört bir yanı. Buralar egzersiz amacından çok uzakta adeta birer sosyal kulüp, birer partner bulma yeri gibi lanse edilmişlerdir. Bizzat böyle yerlerden birinde çalışmış biri olarak yaşadığım şudur: “Jale Hanım, üye ile fazla ilgilenmiyoruz, ilk ay ilgilenin, daha sonra kendi haline bırakın, gelmeyen üye en iyi üyedir.” İşte sizden yıllık peşin ödenek alan o cafcaflı yerlerin uyguladığı egzersiz anlayışı bundan ibarettir. Göz göre göre o saçmalığa sadece iki ay tahammül edebilmiştim. İşte egzersizin de günümüz Türkiye’sinde gelmiş olduğu komik nokta burasıdır.

Gelelim spora…

Yoksa futbola mı demem gerekiyordu? Çünkü spor denilince de akla gelen ilk futbol maalesef. Neden futbol bu kadar ön planda hiç düşündünüz mü? Çünkü stadı büyük. Hepsi bu. Yani etken değil edilgen bir durumun içine alır sizi futbol. “SEYİCİSİNİZ”dir orada. Bu sistem sizin seyretmenizi ister. Ya da en fazla küfredip bağırmanızı. Taraftar olmanızı ve hatta fanatik birer taraftar olmanızı ister, siz de kuzu kuzu olursunuz…

Konunun en başında ne demiştik? Müsabaka demiştik değil mi? Yani yenişmek denen bir kavram var ortada. İşin içinde çok fazla para var, güçlü olanı kendi takımı için “satın almak” var, puro içen yöneticiler(patronlar) var. Bir işletme şeklini almış spor kulüpleri var, televizyonlar, özel para ödenerek evlere alınan şifre çözücüler şunlar bunlar. Tüm bunlar bu sisteme eklemlenmiş ve bizi uyutmaya programlanmış bir halde bu işin sanayisidir. Öte yanda fahiş fiyatlara satılan takım amblemli formaları şunları bunları (hatta bebek zıbınlarını falan) hiç saymıyorum…

Her spor kulübünün futbol branşı da dahil olmak üzere, alt yapısı mevcuttur. Altyapı sporcuları okul taraması yapılır ve yetenekli çocuklar okul takımlarından seçilir ve hatta okul takımlarıyla kulüplerin antrenmanları eşzamanlı olarak faaliyet gösterir kulüp ve okul maçları fikstürlerde çakıştırılmamaya gayret gösterilerek el birliği içinde o branşın sporcusu yetiştirilirdi. Şimdilerdeyse durum “ne olursan ol gel” minvalinde, altyapı spor branşlarına gelen çocuklardan “aidat parası” alınması halini almıştır. Neden? Çünkü o kulüp artık bir işletmedir. Hadi bunu da geçelim bir kalem, şimdi bana oyuncularının tamamının kendi altyapı sporcularından çıkmış olan bir futbol kulübü söyleyin! Yok değil mi? Evet birinci ligde maalesef yok. Hatta ikinci üçüncü liglerde bile çok zor. Durmadan yabancı oyuncu sayısını artıran yeni yönetmelikler çıkartıp duruyor bu komedyenler. Yani nerede kalıyor Fenerbahçe? Nerededir Trabzon, Beşiktaş, Cimbom şu bu? Sporun o profesyonel olsa bile “amatör ruhu” nerededir? Yoktur yok!

İşte bu kuvvetli çevik, özendirici, zımba gibi milyon dolarlık adamlar, MODERN ÇAĞIN GLADYATÖRLERİDİR!


Şimdi beden Eğitiminden itibaren tüm bunları düşününce her birinin ucuca bağlandığı bu aktiviteler zinciri içerisinde taraftarı olunan şey tıpkı Partilerin taraftar gibi desteklenmesi durumunu andırmıyor mu? Partilere bakın bakalım hangi partinin milletvekili adayları komple altyapıdan (parti tabanından) geliyor? Yanıt: Hiçbirinin. Ve ne gariptir ki orada da tıpkı futbolcularda olduğu gibi “transferler” var! Siyaset ve futbolun paralel gittiği bir nokta işte bu “RUHSUZLUK” tur…





18 Mayıs 2011 Çarşamba

MOR VE AKŞAM

ayıplardan olma
bir kara çalındı üzerimize.
sağanak,
nefret yağmurlarını fısıldadı
geceye,
hani hep
zan kulağınla dinlediğin
yoku beş geçe...
giderken,
örtün üzerinize sevgilerimizi
örtün.
ödünç aldığımız
bir nefes sözdür
ve çaldıklarımız
serhat türküsüyle yan yana.
insana baktığımız,
bir duru gözdür
dans eder durur 
masmavi dalgalarla.
mor ve akşam, seslenmişler
içindeki martı çığlıklarıyla
mor ve akşam süslenmişler
yamaçların yakamoz ışıklarıyla...
bu günlere hastır dedim
koca gövdelerdeki
sırt manzaralı gidişler.
bu günlere farzdı oysa
bir parça güven.
başlarda küçük krallıkların
dar gelen taçları,
omuzlardaysa birer küçük pelerin.
birinci tekil şahsı kim olmuş
şu sonu gelmez badirelerin?
ki dem vurmuştu bize 
samimiyetten!
hani şu veya bu kitaptan
bir türlü öğrenilmeyen.
ayıplardan  bir peçe
giydirilmiş yüzümüze
oysa bu gözler,
çıplak ve saf şarkılarlaydı
“memleket, memleket” diye
ağıtlardaydı!
mor ve akşam diyorum,
kapkaranlık bir geceye
selâm durup, soğumuş.
renkler de soğumuş,
sırt manzaralı gövdeler de.
yol olmuş sonra
uzun ve bitmez,
bir yoldaş 
o yolda
ölmeden ölenlerden
olmuş…

“mor ve akşam”
j.ak
18.Mayıs.2011

17 Mayıs 2011 Salı

SEYİR ZIKKIM SEÇİM KO-MEDYASI...

Seçimlere bir aydan az bir zaman kaldı ve umut dolu haykırışlar yükseliyor ağızlardan: “AKP’yi sandığa gömelim!”
Tamam tabii ki gömelim. Gömelim ki şu çılgın proje hayata geçmesin, gömelim ki değersizleştirilmeye çalışılan değerlerimize sahip çıkabilelim. Gömelim ki “Kürt açılımı” diye kafamıza kakılmaya çalışılan bölünme tehlikesini savuşturabilelim, kaynaklarımız bir avuç tefeciye peşkeş çekilmesin, vatanımızı  satılmaktan kurtarabilelim, din adı altında Türk Ulusu'na dayatılmaya çalışılan ucube Arabik kültür artığı zırvalıklardan, yasakçı ve sansürcü zihniyetten kurtulabilelim...

Bunlar iyi temenniler. Ancak 2002 seçimleriyle başlayan “seçim yolsuzlukları”na “sandık hırsızlıkları”na 2007 seçimleriyle de eklenen hokkabazlıklar eklenince, insan sormadan edemiyor. Nasıl? Buna cevap “sandıklara sahip çıkmak” oluyor her daim.

2007 seçimlerini ve referandumu anımsamayan yoktur. Çok kısa bir süre geçti üzerinden. Servis sağlayıcılar çöktü, sağda solda “hayır” dolu sandıklar bulundu, buna benzer yüzlerce saymakla bitmez acayiplikleri izledik. YSK bunların hiçbirini titizlikle incelemedi. Üzerine gidilmedi ve konu kapandı. Böyle konular zaten bu memlekette hep kapanır oldu. Beylikdüzü ve Küçükçekmece'de sandıkları taşıyan belediye otobüsleri ile sandık görevlilerinin arasına “polis” barikat kurdu... “Bu sandıklar nereye götürülüyor” diye diretip, belediye otobüslerini takip etmek isteyen özel araçları polis yolundan zorla alı koydu. Bunun gibi örnekler öylesine çok ki... Emperyalizm bir ahtapot gibi sekizli koldan sarmış memleketi, bütün kurumlar dahili bedhahlar tarafından ele geçirilmiş ve bir kez daha bu şartlarda bir seçim komedyası tertip edilmektedir. Tüm bunlara ek olarak nasıl oluyor da beşte kapanmış olan sandıkların sonuçları zırt diye akşam yedi haberlerine yetiştirilebiliyor buna da akıl sır ermez… Bizde nasıl bir teknoloji varsa artık, Fransa’ymış Almanya’ymış, hepsini ezip geçtik…

Seçmeye koşullandırıldığımız partiler, vekiller var bir de. İçlerinde Atatürk’ten eser bulamadığımız ve siyaset esnaflığına soyunmuş. Bunlar son 3-4 aydır cilalanıyor, parlatılıyor. Kimler tarafından? Bu sistemin ve bu düzenin medya kuruluşları tarafından. Yıllardan beri bu terane hep aynı şekillerde sürüp gidiyor. Halkın “ben seçtim” sanrısı üzerine kurgulanmış ve bu komedyaya meşruiyet kazandırılmış bir biçimde “seyir zıkkım bir seçim ko-medyası...”

Tüm bunlara haksız, hukuksuz, adaleti ayaklar altına almış ve işlerliğini de iyiden iyiye oturtmuş bir sistem bütünlüğünü eklediğimizde devlet=AKP açmazını görmeyenimiz yoktur sanırım.

Ancak ne var ki, korkular da doruklara yükselmiş durumdadır artık. Emperyalist güçler, AKP, BDP ve bu varoluşun uzantısı olan bir avuç tefeci de Türk Ulusu’ndan korkmaktadır. Çünkü insanlar anlatınca anlıyorlar artık ve neyin ne olduğunun da farkına varabiliyorlar. Bundan çok değil sadece bir yıl önce dert tasa yokmuş gibi sabah programlarıyla göbek atan kadınlar bile memlekete dair bir tedirginlik içine girmişse artık, dahili ve harici düşmanlar  da korkmakta son derece haklıdırlar...

Başbakanın asabi çıkışları, durmaksızın oluşturmaya çalıştığı yeni gündemleri ve son olarak malum internet filtreleme girişimleri bu ciddi boyutlara tırmanmış korkunun tezahürleridir. Bunlara her daim medya tarafından eklenen “bu milletten adam olmaz” minvalindeki sokak röportajlarını ve aptal televizyon dizilerini de ekleyince resim zaten kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Bakın BDP eş başkanı Aysel Tuğluk bile “Kürtlerin artık sabrı da bitmiştir, tahammülü de, devletle olmuyorsa Kürt halkımız kendi demokrasisini kuracak ve kurduğu sistem içinde yaşamasını bilecek kadar örgütlüdür. Bu statüsüzlük durumu daha fazla devam edemez. Mısır gibi mi olur, Suriye gibi mi bilinmez. Kötü şeyler olacak. Ancak bir statü kazanılacak ve ne pahasına olursa olsun korunacaktır.” Gibi bir cümle kurabiliyorsa, bu korkuların izdüşümüdür işte bu. Bir statü kazanmak ve ne pahasına olursa olsun bunun korunması? Aysel Tuğluk böylesi bir statünün kazanılsa dahi korunamayacağının öyle güzel bilincindedir ki, bunu söylemlerinde bu şekilde açıkça ifade edebiliyor. Bunlar refleks ifadelerdir. Zavallılığın çaresizliğin göstergeleridir. “Kendi demokrasisini kurabilecek kadar örgütlü olmaktan” bahsediyor bir de. Yahu insanda biraz utanma biraz sıkılma olmaz mı? Yüzlerce yıldır neredeydiniz diye sormazlar mı adama? Sonra da çıkıp “Orta Asya’dan gelip Anadolu’da devlet kurma hakkı” diye serzenişlerde bulunur hatta ağlaşırlar…

“Hak değil yetenektir oysa bu. Devlet kurabilme kültüründen gelme halklar yüzlerce yıl öncesinde bunu hep yaptılar. İngiliz’i gitti Amerika'da devlet kurdu, Pers’i gitti Yunan topraklarında devlet kurdu. Türkler geldiler ve Anadolu’da devlet kurdular…

Bunu kendi azmi kendi kararlılığı ve kendi tarihi birikimiyle yaptı. Savaştı kazandı edebiyatı yapmak istemiyorum. Çünkü savaş kazanmak devlet kurmak anlamına gelmemiştir her zaman. O birikime ve o kültüre sahip olmakla eşdeğer bir kavramdır bu.

Ancak bazıları bu konuda yüzlerce yıldır süregelen yeteneksizliği yanı sıra, hem ulus devlete karşı bir başka ulus devlet kurmak gibi paradoksal bir alemde uyku sayıklamaları ve nöbetler geçirirken, hem de bu işi kendi aklı ile değil ancak birilerinin güdümü ile, o birilerine sırtını yaslayarak yapma girişimi gösterirler. Ki o birileri de kendi yüz yıllık planını uyguluyordur sadece.” (26.03.2011 Jale Altunel)

Ey dahili bedhahlar,

Size bir iyi bir de kötü haberim var…

Önce iyiden başlayalım. Emperyalizm rüzgârını arkanızdan sağlam almışsınız. Tam gaz. “Aganta burina burinata” derler. Rüzgârınız bol olsun demekmiş bu söz Latince... (kullanıldığı yer: yelkencilik, denizcilik)

Kötü haber ise şu ki, o rüzgâr sertse bir anda orsalar insan. Dümeni kırmazsa maazallah ne yelken bezi kalır ne de direk, ya da dümen elinden kayıverir adamın ve bumbayı (direkle dümeni birleştiren ana hat)  yer kafasına... Rüzgâr bu. Dikkat etmek lâzım.


Bu yüzden de sandıktan kim çıkmıştan çok daha önemli bir konu vardır artık, o da bu milletin sabrıdır ve daha fazla zorlanmamalıdır!




9 Mayıs 2011 Pazartesi

NEFRETLE BESLENEN HACİVATLAR...


Geleneksel Türk Tiyatrosu'nun gölge oyununda Karagözün rol arkadaşı, biraz içten pazarlıklı biraz da sinsi bir karakter vardır Hacivat... Esasen Hacivat’ı Hacivat yapan en önemli unsur o ağdalı üslubu, halktan kopuk ve anlaşılmaz sözcükleriyle iki sözcüklük bir anlatımı on beş sözcükle anlatarak neredeyse anlaşılmaz olmak adına çaba harcamasıdır. Aydındır aslında. Ama Onun dakikalarca anlatamadığını Karagöz belki tek bir sözcükle anlatıverir ve gülmece de burada başlar.

Sözün özü, Hacivat ortayı yapar, Karagöz golü atar...

Halktan kopuktur yani bizim Hacı cavcav. Ama ne ki, materyalist diyalektiğin zıtlıkların birliği kuramıyla birebir örtüşür bu ikilinin anlatımları bu yönüyle çok çarpıcıdır. Karşıt beraberliği...

Türk Siyaseti de Hacivatlar ve Karagözlerle doludur.  Ortalar, goller vardır gülmece gibi.

AKP de yıllardır Karagöz rolünü oynuyordu!

Deniz Baykal'lı CHP ise Hacivat. AKP golü kimseye kaptırmıyor ve altın ayakkabıya koşuyordu. Ancak Kürt Açılımı denilen konu siyasetin göbek taşına yattığından beridir Hacivatlık etmektedir AKP. Saatler süren ağdalı anlatımlar yapılmıştır bu konuda ve bizler pek af edersiniz bir bok anlamamışızdır. Peki AKP bu ortaları hangi Karagözlere yapmıştır? Tabii ki PKK uzantısı BDP'ye. Ne zaman anlaşılmaz ve saatler süren bir açılım konuşması yapılsa bunu müteakiben, Güneydoğu illerinden “çat” bir cevap gelir! Ve yöre halkından yükselen sesler "gooooll"... Bu düpedüz ofsayttır halbuki. Ama oynanan maçta başından beri şike olduğunun artık çoluk çocuk bile farkındadır.

Söyleyen ve söyleten siyasetine, yapan ve yaptıran siyaseti de eklenmiştir artık. Karagöz'ün Hacivat'ı tepelemesi aşamasına geçilmiştir yani. “Al sana molotof Hacı cavcav, al sana, al sana!”

Öte yanda çökmesi gereken baraj hâlâ daha çökmemiş, (seçim barajı) ancak Kütahya'daki siyanürlü su atık barajı çökmüştür. En başından beridir böyle bir felaketin olmaması için gözlerimizi kapatıp dilekler tuttuk, belki dua etti kimilerimiz ve niyetler tuttuk... Öyle ya memleket ile ilgili konularda ya iyi niyetlerimize ya da dualarımıza sığınır edildik yıllardır!

Bu korkunç bir çevre felâketidir. Nedense hiçbir kanal göstermiyor, hiçbir gazete duyurmuyor. İnsanın devamlılığı, ancak ekolojinin devamlılığı ile mümkünken, nasıl oluyor da bizim sinsi Hacivatlar böyle hayati konular hakkında bu kadar pervasız, bu kadar acımasız ve gaflet içinde bir tutum sergileyebiliyorlar, anlamak mümkün değil... Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'nun konuyla ilgili mantıklı bir açıklama yapmasını beklemek sanırım şu aşamada saflıktan başka bir şey değildir. Yapılmaması gereken bir uygulama yapılmakla kalmıyor, üzerine çed raporlarını hiçe sayan, mühendislerin ve bilim adamlarının önerilerini umursamayan yöneticiler, talimatnamelerin doğru düzgün uygulanıp uygulanmadığını denetlemeyen bürokratlar ekleniyor bu saçmalığa... Çok yazık!

Memlekette oynanan bu gölge oyununda perdenin ardındaki kumandanın, sevk ve idaresi bir grup sırtlanın elindeyken, nefretle beslenen Hacivatlar da dolu dizgin oynuyorlar insanımıza toprağımıza ve maddi manevi bütün değerlerimize. Yani Hacivatlarımız bile değişti artık. Geleneksel tanışlığımızın içinde biraz sinsilik, biraz içten pazarlık, biraz çıkarcılık vardı evet. Oysa ki bu Hacı cavcav eskiden sevgiyle beslenirdi, böyle bir farklılık vardı. Şimdiyse nefretle besleniyor. Sanırım bu yüzden artık siyaset üzerine gülmeceler de azaldı. Oysa küçük bir uzantıdır daima değil mi? Gülmekle ağlamak kardeştir. İç içedir, beraberdir bu zıtlıklar. Ne ki, artık günlük pratiklerin içi sadece nefretle dolmuştur ve sadece onunla beslenmektedir.

Materyalist diyalekt, akıl tutulmalarının, fikir bulanıklılıklarının ardında can çekişmektedir. Siyasetçisiyle, mizahçısıyla, aydınıyla ve tüm toplumuyla sadece ve sadece NEFRETTEN beslenir olmuştur artık  bu ülke insanları... Bu eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur.

Oysa gelecek nesillere bırakılacak en önemli miras, doğa ve insan sevgisidir!