27 Nisan 2011 Çarşamba

TEKRAR ÇAL SAM!

Bir insanı anlamak, o insanı tanımaktan geçen uzun ve zahmetli bir yoldur.
O insan ne kadar samimi ise, onu o  kadar tanırsın.
Olduğun kadar da anlarsın.

Zaman zaman içimizden şunu deriz; “Bırak biraz da karşındaki insan seni anlamaya çalışsın…” 

Çünkü bir tarafın çabası ne tanımak ne de anlamak için yeterlidir… Samimiyet yoksa durum tam bir kısır döngüdür. İki ucu kapalı bir dehlizde tenis topu yapar adamı. Bir o yana bir bu yana çarpar, gerçek yolu bir türlü bulamazsın!

Bir şeyler anlatmaya çabalar vaziyette bulursunuz kendinizi, ancak sözcüklerin yetersiz kaldığı an, tanımlanmaya fırsat verilmeksizin yapılan yüksek irtifalı bir geçiştir ki, tüm anlatılanları bir karadelik gibi yutar. Dersiniz ki, “e canım işte anlatımlarım ortada, çaba harcasın insanlar.” O dakikadan sonra çabalara ve o derin sessizliğe “niyet okumalar” dahil olur ki aman diyeyim aman! Kaçmak çözüm olsa derhal kaçarak uzaklaşın diyeceğim… Ama ne var ki kaçmak çözüm değil. Vatan da bizim, insan da!

Kopukluğun başlangıç yeri yukarıda kişiselleştirilmiş ve bireye indirgenmiş tanımlardadır. Çünkü herkesin düşüncesinde o tanımların sembolleri mevcuttur.
İsimlendiririz ve o bir şekildir ya hani,

“dinci”
“ırkçı, faşist”
“Atatürkçü”
“Kemalist”
“CHP – Y-CHP” ve sonra,
“Seçim” falan deriz…

Listeyi uzatmak mümkün. Ben işime gelenleri sıraladım. Bu adları okuduğunuzda kafanızda neler şekilleniyor merak ediyorum. Ve biliyorum bu denli kült ve yanı sıra bu denli hayatın içine gark olmuş sözcükleri bile dillendirdiğimizde ya da yazılı bir metinde gördüğümüzde her birimizin kafasında farklı şekiller oluşuyor. Postmodernist filozoflardan Derrida bu konuya oldukça kafa yormuş. Sanırım retorik denen şu insanı şekliyle çarpan ve bir anda kavrayan yazı yazma olgusu da bu düşünceden sonra daha farklı bir anlam kazanmış olmalı…

CHP’den konuşurken kimileri hâlâ daha 1978’lerin Karaoğlan’ını anımsıyor ve Kemal Kılıçdaroğlu ile arasında bazı bağlar kurabiliyorsa Derrida çok haklıdır… Asker kökenli biriyle Atatürkçülük ve Kemalizm konusunda konuşurken size “Kemalist ile Atatürkçülük arasında ne fark var?” diye sorabiliyorsa kendini tanımlamak konusunda acz içindedir. Bu durumda anlamak için önce kendi tanımını ortaya koymalıdır. Bursa Nutku’nun Nutuk’a sonradan eklenmiş olduğunu söyleyerek, “Atatürk gençleri teröre teşvik etmiş olamaz” … gibi bir söz öbeği de aynı tanımazlıktan ve donanım aciziyetinen kaynaklanır zira…

Tabii ki konuyu “anlamak ve dert anlatmak” ekseninden ele almamın nedeni, gerçekten samimiyetine inandığım fakat kült şekillenmişliklerle giden insanların çokluğudur. “Duymak istemeyen kulak sağırlığı” ete kemiğe bürünür ve bu kez sözcükler o dehlizde tenis topundan farksız bir halde çarpadurur… CHP=laiklik kalıbından yırtarak altı okun diğer oklarına da zihin yoluyla icabet edenlerdense, soru gelir:

“ Eee o zaman hangi partiye vereceğiz oyumuzu?”
 
Ben bu kısır döngünün, bu seçim sistemi ile daha çok çok uzun yıllar sürebileceğini düşünüyorum. Çünkü takım tutma havasında gelişir oy verirkenki tutum. Bu adaylar ne zaman halk tarafından belirlenir, ne zaman milletvekili aday adayı olmak sadece cebinde tomarla parası olanların hakkı olmaktan çıkıp halkın da siyaset yapmasına izin verilir, işte o zaman bu halk neyin ne olduğunu kavrar, bilir. Ama bu şekil bir seçim sistemi insanları siyasetle ilgilenmek konusunda bezdirmiş ve kolayından fanatik birer taraftar yapmıştır ancak… Emperyalizmin işine gelen de budur.

Şu ana kadar AKP’nin uyguladığı ekonomi politikaları için Y-CHP’li Binnaz Toprak “AKP akıllı davrandı” demişti. Kendileri iş başına gelince de aynı politikaları devam ettireceklerini söyleyerek kanımızı emenlere yeşil ışığı yakmıştı. Daha sonra da Y-CHP’nin Doğan medya grubu tarafından bolca reklamının yapılması süreci var zaten. Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim vaatleri arasında şüphesiz ki en çok üzerine konuşulan ve popülerliğini başka hiçbir vaade bırakmayan şu “aile sigortası” konusu var. Tabii böyle bir vaat olur da diğerlerine bakılır mı hiç? Birer satırla geçiştiriliyor diğerleri. Benim dikkatimi çekenler, seçim sistemini değiştirecekleri, barajı düşürecekleri, dokunulmazlıkları kaldıracakları(!)…

Yazıya başlarken samimiyetten ve irtifa farkından doğan türbülansın söylemleri bir karadelik gibi yutmasından bahsettim ya hani? Ve dedim ya niyet okumalar tam burada başlar diye. İşte şu an aklıma buna benzer binlerce samimiyetsiz ve “insanı aptal yerine koyan ifade” geliyor.

Oysa bu üç vaadi neredeyse tüm partiler her seçim öncesinde vermiyor mu? 

Seçim yasası değişecek,
dokunulmazlıklar kalkacak,
baraj % bilmem kaça inecek… 

Seçim vaatleri, bir klâsik Amerikan filmindeki o unutulmaz repliği getirir aklıma; 

“Play it again Sam!”


Hiç yorum yok :