26 Mayıs 2011 Perşembe

MODERN ÇAĞIN GLADYATÖRLERİ


Spor: Müsabakası yapılan oyunlardır. (Ör: basketbol, futbol, tenis, yüzme…)

Egzersiz: Metabolizmanın gündelik yaşamda daha aktif ve zinde kullanımını sağlamak için yapılan düzenli hareketler bütünüdür. ( Egzersiz müsabaka amaçlı yapılmaz ve dolayısı ile bir sağlık kulübüne giderken “spora gidiyorum” gibi acayip bir cümle kurulmaz.)

Beden Eğitimi: Motor gelişimi ve oyun kurabilme zeka ve becerisini kazandırmak amaçlı okul öncesi ve okul çağı çocuklarına öğretilen öğretilerdir.

Her biri diğerine zemin hazırlayan bu mükemmel aktivitelerin hayatın içindeki gerçek anlamları ise gün geçtikçe tüm “normalde olması gerekenler” yanında yerini almış ve maalesef yerle bir edilmiştir.

Beden Eğitimi dersinin önemliliği ile başlamak isterim. Altı on iki yaş arası motor gelişim, çocukların bedensel koordinasyonlarını dengesini düzenleyici aktiviteler barındırır. On üç-on yedi yaş arası ergenlik dönemindeyse performansa ve efora dayalı faaliyetlerle cinsel enerji (libido) tüm bedensel aktiviteler ve beden eğitimi dersleriyle yüksek bir oranda atılır. En kritik dönem olan ergenlik döneminin o beden ve duygulanım arasındaki hassas çizgiyi çocuklar bu faaliyetlerle dengelerler. Karma uygulamalarda yapılan yarışmalar ve oyunlar henüz kuvvet farklılıkları olmadığı için son derece eşitlikçi ve çocukların becerileriyle ön plana çıkabilmelerini sağlayıcı özellikler taşır. Şimdilerde uygulanansa nedir? Bunu hepimiz biliyoruz. Beden eğitimi dersleri tıpkı müzik ve resim dersleri gibi neredeyse rafa kalkmak üzeredir. İstenen nasıl bir toplumdur ve bu ağaçları yaşken eğitmemize neden engel olmak istemektedirler? Bunların yanıtlarını herkesin bildiğini düşünerek uzatmayacağım… Ancak ne var ki bizler çok daha iyi müfredatların yerlerine konmasını hatta çocukların zihinsel ve bedensel gelişimleri için elzem olan bu derslerin evvel ezel uygulanışlarına baktığımızda zaten durum içler acısıdır. Kasalar minderler, çocukları ürküten ve hatta dersten soğutabilen tuhaf öğretmenlerden tutun, işlevselliği ve amacı bakımından son derece saçma müfredat konularına kadar bugüne değin bir açmazın içindeydi bu ders…

Egzersize değinecek olursak...

Egzersizin çıkışı; İsveçli Peter Henrik Ling’in (1776-1839) jimnastik hareketlerini akıcı ve ritmik bir hale getirmesiyle olmuştur… Bu uygulama tüm dünyada geniş bir yankı bulmuş ve diğer ülkelere de dalga dalga yayılmıştır. Ülkemize bu “sağlıklı yaşam için” olan aktiviyeti sokan kişi Selim Sırrı Tarcan’dır (1874-2 Mart 1957)
Selim Sırrı Tarcan; Beden eğitimi öğretmenliği yaptığı yıllarda İsveç jimnastiğini polis okullarında ve askeri okullarda da uygulamıştır.

Almanya’da ise kitlesel egzersiz tabanında ele alınmıştır. Nedir? Bel boyun gibi çok önemli yaşam kalitesini orta yaşlarda olumsuz etkileyen ve ülke ekonomisinde total olarak düşünüldüğünde çok büyük zararlara neden olan  bu rahatsızlıkların “koruyucu hekimliği” yapılacak, hem halkın ileriki yaşlarında yaşam kalitesi artırılacak hem de ülke ekonomisine katkıda bulunulacaktır...

Tabii ki işin ucunda güzellik çekicilik ve albeni olunca kapitalizm rahat durur mu? Durmamış. Egzersiz denilince eminim herkesin düşüncelerinde reklâm ve boyalı basının algılarınızda oluştura geldiği üzere bir “kilolu (yani çirkin)” ve bir de “çekici (yani birilerinin ideal ölçü diye dayattığı)” ölçülerde taytlarını giymiş ha gayret çabalayan “kadınlar” oluştu. Eminim egzersiz deyince hiç kimse önce sağlığını düşünmüyordur. Algılara yerleştirilmiş olan o “fit” olmak dürtüsü çoktan kalıcı bir hale gelmiştir. Kapitalizmin belirlediği bir ideal ölçü algısı yaratılır ve insanların bunun peşinde birer maymun olması sağlanır.

Egzersizin Türkiye’de sağlık boyutunda işlerliğini kazandığı yıllar olmuştur 1990’lar. İlk kez Türkiye’de 1992 yılında belediyelerden yer tahsisi istenerek halka ücretsiz olarak yaptırılması planlanmış ve tarafımdan altı yıl boyunca uygulanmıştır. Sponsorsuz ve tamamen pilot bir uygulama olsun, örnek teşkil etsin istenilmiştir. Egzersiz salonları adeta birer mantar gibi hemen her mahallede olmak üzere açılmış ve o yıllar egzersizin altın yılları olmuştur.

2002’de  AKP’nin gelişiyle beraber, spor ve egzersiz konularında inanılmaz yasalar çıkarılmıştır. Amatör Spor kulüpleri sponsorluk yasasının ağır ve tuhaf şartlarından dolayı birer birer kapanmak zorunda kalmışlardır. En büyük yıkım amatör kız takımlarında olmuştur. Egzersiz salonları için de getirilen havuz sistemi ve ağır vergi uygulamaları nedeniyle mahalle arası salonlar kapatılmış, bunun yerine kara para aklayıcılarının büyük holding isimlerinin anlı şanlı milyonlarca dolar akıtarak yaptıkları oluşumlar sarmıştır dört bir yanı. Buralar egzersiz amacından çok uzakta adeta birer sosyal kulüp, birer partner bulma yeri gibi lanse edilmişlerdir. Bizzat böyle yerlerden birinde çalışmış biri olarak yaşadığım şudur: “Jale Hanım, üye ile fazla ilgilenmiyoruz, ilk ay ilgilenin, daha sonra kendi haline bırakın, gelmeyen üye en iyi üyedir.” İşte sizden yıllık peşin ödenek alan o cafcaflı yerlerin uyguladığı egzersiz anlayışı bundan ibarettir. Göz göre göre o saçmalığa sadece iki ay tahammül edebilmiştim. İşte egzersizin de günümüz Türkiye’sinde gelmiş olduğu komik nokta burasıdır.

Gelelim spora…

Yoksa futbola mı demem gerekiyordu? Çünkü spor denilince de akla gelen ilk futbol maalesef. Neden futbol bu kadar ön planda hiç düşündünüz mü? Çünkü stadı büyük. Hepsi bu. Yani etken değil edilgen bir durumun içine alır sizi futbol. “SEYİCİSİNİZ”dir orada. Bu sistem sizin seyretmenizi ister. Ya da en fazla küfredip bağırmanızı. Taraftar olmanızı ve hatta fanatik birer taraftar olmanızı ister, siz de kuzu kuzu olursunuz…

Konunun en başında ne demiştik? Müsabaka demiştik değil mi? Yani yenişmek denen bir kavram var ortada. İşin içinde çok fazla para var, güçlü olanı kendi takımı için “satın almak” var, puro içen yöneticiler(patronlar) var. Bir işletme şeklini almış spor kulüpleri var, televizyonlar, özel para ödenerek evlere alınan şifre çözücüler şunlar bunlar. Tüm bunlar bu sisteme eklemlenmiş ve bizi uyutmaya programlanmış bir halde bu işin sanayisidir. Öte yanda fahiş fiyatlara satılan takım amblemli formaları şunları bunları (hatta bebek zıbınlarını falan) hiç saymıyorum…

Her spor kulübünün futbol branşı da dahil olmak üzere, alt yapısı mevcuttur. Altyapı sporcuları okul taraması yapılır ve yetenekli çocuklar okul takımlarından seçilir ve hatta okul takımlarıyla kulüplerin antrenmanları eşzamanlı olarak faaliyet gösterir kulüp ve okul maçları fikstürlerde çakıştırılmamaya gayret gösterilerek el birliği içinde o branşın sporcusu yetiştirilirdi. Şimdilerdeyse durum “ne olursan ol gel” minvalinde, altyapı spor branşlarına gelen çocuklardan “aidat parası” alınması halini almıştır. Neden? Çünkü o kulüp artık bir işletmedir. Hadi bunu da geçelim bir kalem, şimdi bana oyuncularının tamamının kendi altyapı sporcularından çıkmış olan bir futbol kulübü söyleyin! Yok değil mi? Evet birinci ligde maalesef yok. Hatta ikinci üçüncü liglerde bile çok zor. Durmadan yabancı oyuncu sayısını artıran yeni yönetmelikler çıkartıp duruyor bu komedyenler. Yani nerede kalıyor Fenerbahçe? Nerededir Trabzon, Beşiktaş, Cimbom şu bu? Sporun o profesyonel olsa bile “amatör ruhu” nerededir? Yoktur yok!

İşte bu kuvvetli çevik, özendirici, zımba gibi milyon dolarlık adamlar, MODERN ÇAĞIN GLADYATÖRLERİDİR!


Şimdi beden Eğitiminden itibaren tüm bunları düşününce her birinin ucuca bağlandığı bu aktiviteler zinciri içerisinde taraftarı olunan şey tıpkı Partilerin taraftar gibi desteklenmesi durumunu andırmıyor mu? Partilere bakın bakalım hangi partinin milletvekili adayları komple altyapıdan (parti tabanından) geliyor? Yanıt: Hiçbirinin. Ve ne gariptir ki orada da tıpkı futbolcularda olduğu gibi “transferler” var! Siyaset ve futbolun paralel gittiği bir nokta işte bu “RUHSUZLUK” tur…





18 Mayıs 2011 Çarşamba

MOR VE AKŞAM

ayıplardan olma
bir kara çalındı üzerimize.
sağanak,
nefret yağmurlarını fısıldadı
geceye,
hani hep
zan kulağınla dinlediğin
yoku beş geçe...
giderken,
örtün üzerinize sevgilerimizi
örtün.
ödünç aldığımız
bir nefes sözdür
ve çaldıklarımız
serhat türküsüyle yan yana.
insana baktığımız,
bir duru gözdür
dans eder durur 
masmavi dalgalarla.
mor ve akşam, seslenmişler
içindeki martı çığlıklarıyla
mor ve akşam süslenmişler
yamaçların yakamoz ışıklarıyla...
bu günlere hastır dedim
koca gövdelerdeki
sırt manzaralı gidişler.
bu günlere farzdı oysa
bir parça güven.
başlarda küçük krallıkların
dar gelen taçları,
omuzlardaysa birer küçük pelerin.
birinci tekil şahsı kim olmuş
şu sonu gelmez badirelerin?
ki dem vurmuştu bize 
samimiyetten!
hani şu veya bu kitaptan
bir türlü öğrenilmeyen.
ayıplardan  bir peçe
giydirilmiş yüzümüze
oysa bu gözler,
çıplak ve saf şarkılarlaydı
“memleket, memleket” diye
ağıtlardaydı!
mor ve akşam diyorum,
kapkaranlık bir geceye
selâm durup, soğumuş.
renkler de soğumuş,
sırt manzaralı gövdeler de.
yol olmuş sonra
uzun ve bitmez,
bir yoldaş 
o yolda
ölmeden ölenlerden
olmuş…

“mor ve akşam”
j.ak
18.Mayıs.2011

17 Mayıs 2011 Salı

SEYİR ZIKKIM SEÇİM KO-MEDYASI...

Seçimlere bir aydan az bir zaman kaldı ve umut dolu haykırışlar yükseliyor ağızlardan: “AKP’yi sandığa gömelim!”
Tamam tabii ki gömelim. Gömelim ki şu çılgın proje hayata geçmesin, gömelim ki değersizleştirilmeye çalışılan değerlerimize sahip çıkabilelim. Gömelim ki “Kürt açılımı” diye kafamıza kakılmaya çalışılan bölünme tehlikesini savuşturabilelim, kaynaklarımız bir avuç tefeciye peşkeş çekilmesin, vatanımızı  satılmaktan kurtarabilelim, din adı altında Türk Ulusu'na dayatılmaya çalışılan ucube Arabik kültür artığı zırvalıklardan, yasakçı ve sansürcü zihniyetten kurtulabilelim...

Bunlar iyi temenniler. Ancak 2002 seçimleriyle başlayan “seçim yolsuzlukları”na “sandık hırsızlıkları”na 2007 seçimleriyle de eklenen hokkabazlıklar eklenince, insan sormadan edemiyor. Nasıl? Buna cevap “sandıklara sahip çıkmak” oluyor her daim.

2007 seçimlerini ve referandumu anımsamayan yoktur. Çok kısa bir süre geçti üzerinden. Servis sağlayıcılar çöktü, sağda solda “hayır” dolu sandıklar bulundu, buna benzer yüzlerce saymakla bitmez acayiplikleri izledik. YSK bunların hiçbirini titizlikle incelemedi. Üzerine gidilmedi ve konu kapandı. Böyle konular zaten bu memlekette hep kapanır oldu. Beylikdüzü ve Küçükçekmece'de sandıkları taşıyan belediye otobüsleri ile sandık görevlilerinin arasına “polis” barikat kurdu... “Bu sandıklar nereye götürülüyor” diye diretip, belediye otobüslerini takip etmek isteyen özel araçları polis yolundan zorla alı koydu. Bunun gibi örnekler öylesine çok ki... Emperyalizm bir ahtapot gibi sekizli koldan sarmış memleketi, bütün kurumlar dahili bedhahlar tarafından ele geçirilmiş ve bir kez daha bu şartlarda bir seçim komedyası tertip edilmektedir. Tüm bunlara ek olarak nasıl oluyor da beşte kapanmış olan sandıkların sonuçları zırt diye akşam yedi haberlerine yetiştirilebiliyor buna da akıl sır ermez… Bizde nasıl bir teknoloji varsa artık, Fransa’ymış Almanya’ymış, hepsini ezip geçtik…

Seçmeye koşullandırıldığımız partiler, vekiller var bir de. İçlerinde Atatürk’ten eser bulamadığımız ve siyaset esnaflığına soyunmuş. Bunlar son 3-4 aydır cilalanıyor, parlatılıyor. Kimler tarafından? Bu sistemin ve bu düzenin medya kuruluşları tarafından. Yıllardan beri bu terane hep aynı şekillerde sürüp gidiyor. Halkın “ben seçtim” sanrısı üzerine kurgulanmış ve bu komedyaya meşruiyet kazandırılmış bir biçimde “seyir zıkkım bir seçim ko-medyası...”

Tüm bunlara haksız, hukuksuz, adaleti ayaklar altına almış ve işlerliğini de iyiden iyiye oturtmuş bir sistem bütünlüğünü eklediğimizde devlet=AKP açmazını görmeyenimiz yoktur sanırım.

Ancak ne var ki, korkular da doruklara yükselmiş durumdadır artık. Emperyalist güçler, AKP, BDP ve bu varoluşun uzantısı olan bir avuç tefeci de Türk Ulusu’ndan korkmaktadır. Çünkü insanlar anlatınca anlıyorlar artık ve neyin ne olduğunun da farkına varabiliyorlar. Bundan çok değil sadece bir yıl önce dert tasa yokmuş gibi sabah programlarıyla göbek atan kadınlar bile memlekete dair bir tedirginlik içine girmişse artık, dahili ve harici düşmanlar  da korkmakta son derece haklıdırlar...

Başbakanın asabi çıkışları, durmaksızın oluşturmaya çalıştığı yeni gündemleri ve son olarak malum internet filtreleme girişimleri bu ciddi boyutlara tırmanmış korkunun tezahürleridir. Bunlara her daim medya tarafından eklenen “bu milletten adam olmaz” minvalindeki sokak röportajlarını ve aptal televizyon dizilerini de ekleyince resim zaten kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Bakın BDP eş başkanı Aysel Tuğluk bile “Kürtlerin artık sabrı da bitmiştir, tahammülü de, devletle olmuyorsa Kürt halkımız kendi demokrasisini kuracak ve kurduğu sistem içinde yaşamasını bilecek kadar örgütlüdür. Bu statüsüzlük durumu daha fazla devam edemez. Mısır gibi mi olur, Suriye gibi mi bilinmez. Kötü şeyler olacak. Ancak bir statü kazanılacak ve ne pahasına olursa olsun korunacaktır.” Gibi bir cümle kurabiliyorsa, bu korkuların izdüşümüdür işte bu. Bir statü kazanmak ve ne pahasına olursa olsun bunun korunması? Aysel Tuğluk böylesi bir statünün kazanılsa dahi korunamayacağının öyle güzel bilincindedir ki, bunu söylemlerinde bu şekilde açıkça ifade edebiliyor. Bunlar refleks ifadelerdir. Zavallılığın çaresizliğin göstergeleridir. “Kendi demokrasisini kurabilecek kadar örgütlü olmaktan” bahsediyor bir de. Yahu insanda biraz utanma biraz sıkılma olmaz mı? Yüzlerce yıldır neredeydiniz diye sormazlar mı adama? Sonra da çıkıp “Orta Asya’dan gelip Anadolu’da devlet kurma hakkı” diye serzenişlerde bulunur hatta ağlaşırlar…

“Hak değil yetenektir oysa bu. Devlet kurabilme kültüründen gelme halklar yüzlerce yıl öncesinde bunu hep yaptılar. İngiliz’i gitti Amerika'da devlet kurdu, Pers’i gitti Yunan topraklarında devlet kurdu. Türkler geldiler ve Anadolu’da devlet kurdular…

Bunu kendi azmi kendi kararlılığı ve kendi tarihi birikimiyle yaptı. Savaştı kazandı edebiyatı yapmak istemiyorum. Çünkü savaş kazanmak devlet kurmak anlamına gelmemiştir her zaman. O birikime ve o kültüre sahip olmakla eşdeğer bir kavramdır bu.

Ancak bazıları bu konuda yüzlerce yıldır süregelen yeteneksizliği yanı sıra, hem ulus devlete karşı bir başka ulus devlet kurmak gibi paradoksal bir alemde uyku sayıklamaları ve nöbetler geçirirken, hem de bu işi kendi aklı ile değil ancak birilerinin güdümü ile, o birilerine sırtını yaslayarak yapma girişimi gösterirler. Ki o birileri de kendi yüz yıllık planını uyguluyordur sadece.” (26.03.2011 Jale Altunel)

Ey dahili bedhahlar,

Size bir iyi bir de kötü haberim var…

Önce iyiden başlayalım. Emperyalizm rüzgârını arkanızdan sağlam almışsınız. Tam gaz. “Aganta burina burinata” derler. Rüzgârınız bol olsun demekmiş bu söz Latince... (kullanıldığı yer: yelkencilik, denizcilik)

Kötü haber ise şu ki, o rüzgâr sertse bir anda orsalar insan. Dümeni kırmazsa maazallah ne yelken bezi kalır ne de direk, ya da dümen elinden kayıverir adamın ve bumbayı (direkle dümeni birleştiren ana hat)  yer kafasına... Rüzgâr bu. Dikkat etmek lâzım.


Bu yüzden de sandıktan kim çıkmıştan çok daha önemli bir konu vardır artık, o da bu milletin sabrıdır ve daha fazla zorlanmamalıdır!




9 Mayıs 2011 Pazartesi

NEFRETLE BESLENEN HACİVATLAR...


Geleneksel Türk Tiyatrosu'nun gölge oyununda Karagözün rol arkadaşı, biraz içten pazarlıklı biraz da sinsi bir karakter vardır Hacivat... Esasen Hacivat’ı Hacivat yapan en önemli unsur o ağdalı üslubu, halktan kopuk ve anlaşılmaz sözcükleriyle iki sözcüklük bir anlatımı on beş sözcükle anlatarak neredeyse anlaşılmaz olmak adına çaba harcamasıdır. Aydındır aslında. Ama Onun dakikalarca anlatamadığını Karagöz belki tek bir sözcükle anlatıverir ve gülmece de burada başlar.

Sözün özü, Hacivat ortayı yapar, Karagöz golü atar...

Halktan kopuktur yani bizim Hacı cavcav. Ama ne ki, materyalist diyalektiğin zıtlıkların birliği kuramıyla birebir örtüşür bu ikilinin anlatımları bu yönüyle çok çarpıcıdır. Karşıt beraberliği...

Türk Siyaseti de Hacivatlar ve Karagözlerle doludur.  Ortalar, goller vardır gülmece gibi.

AKP de yıllardır Karagöz rolünü oynuyordu!

Deniz Baykal'lı CHP ise Hacivat. AKP golü kimseye kaptırmıyor ve altın ayakkabıya koşuyordu. Ancak Kürt Açılımı denilen konu siyasetin göbek taşına yattığından beridir Hacivatlık etmektedir AKP. Saatler süren ağdalı anlatımlar yapılmıştır bu konuda ve bizler pek af edersiniz bir bok anlamamışızdır. Peki AKP bu ortaları hangi Karagözlere yapmıştır? Tabii ki PKK uzantısı BDP'ye. Ne zaman anlaşılmaz ve saatler süren bir açılım konuşması yapılsa bunu müteakiben, Güneydoğu illerinden “çat” bir cevap gelir! Ve yöre halkından yükselen sesler "gooooll"... Bu düpedüz ofsayttır halbuki. Ama oynanan maçta başından beri şike olduğunun artık çoluk çocuk bile farkındadır.

Söyleyen ve söyleten siyasetine, yapan ve yaptıran siyaseti de eklenmiştir artık. Karagöz'ün Hacivat'ı tepelemesi aşamasına geçilmiştir yani. “Al sana molotof Hacı cavcav, al sana, al sana!”

Öte yanda çökmesi gereken baraj hâlâ daha çökmemiş, (seçim barajı) ancak Kütahya'daki siyanürlü su atık barajı çökmüştür. En başından beridir böyle bir felaketin olmaması için gözlerimizi kapatıp dilekler tuttuk, belki dua etti kimilerimiz ve niyetler tuttuk... Öyle ya memleket ile ilgili konularda ya iyi niyetlerimize ya da dualarımıza sığınır edildik yıllardır!

Bu korkunç bir çevre felâketidir. Nedense hiçbir kanal göstermiyor, hiçbir gazete duyurmuyor. İnsanın devamlılığı, ancak ekolojinin devamlılığı ile mümkünken, nasıl oluyor da bizim sinsi Hacivatlar böyle hayati konular hakkında bu kadar pervasız, bu kadar acımasız ve gaflet içinde bir tutum sergileyebiliyorlar, anlamak mümkün değil... Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'nun konuyla ilgili mantıklı bir açıklama yapmasını beklemek sanırım şu aşamada saflıktan başka bir şey değildir. Yapılmaması gereken bir uygulama yapılmakla kalmıyor, üzerine çed raporlarını hiçe sayan, mühendislerin ve bilim adamlarının önerilerini umursamayan yöneticiler, talimatnamelerin doğru düzgün uygulanıp uygulanmadığını denetlemeyen bürokratlar ekleniyor bu saçmalığa... Çok yazık!

Memlekette oynanan bu gölge oyununda perdenin ardındaki kumandanın, sevk ve idaresi bir grup sırtlanın elindeyken, nefretle beslenen Hacivatlar da dolu dizgin oynuyorlar insanımıza toprağımıza ve maddi manevi bütün değerlerimize. Yani Hacivatlarımız bile değişti artık. Geleneksel tanışlığımızın içinde biraz sinsilik, biraz içten pazarlık, biraz çıkarcılık vardı evet. Oysa ki bu Hacı cavcav eskiden sevgiyle beslenirdi, böyle bir farklılık vardı. Şimdiyse nefretle besleniyor. Sanırım bu yüzden artık siyaset üzerine gülmeceler de azaldı. Oysa küçük bir uzantıdır daima değil mi? Gülmekle ağlamak kardeştir. İç içedir, beraberdir bu zıtlıklar. Ne ki, artık günlük pratiklerin içi sadece nefretle dolmuştur ve sadece onunla beslenmektedir.

Materyalist diyalekt, akıl tutulmalarının, fikir bulanıklılıklarının ardında can çekişmektedir. Siyasetçisiyle, mizahçısıyla, aydınıyla ve tüm toplumuyla sadece ve sadece NEFRETTEN beslenir olmuştur artık  bu ülke insanları... Bu eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur.

Oysa gelecek nesillere bırakılacak en önemli miras, doğa ve insan sevgisidir!




5 Mayıs 2011 Perşembe

NABIZ YOKLAMAK...


22 Ağustosta uygulamaya konulacak olan paket internet yani bir nevi sansür, hayatımıza girecek, bunu duymayan kalmamıştır. Telekomünikasyon İletişim Daire Başkanlığı son bir iki gündür aldığı kararlarla, uygulamanın gerçek hedefleri hakkında fikir veriyor.
Dün gece Türkiye’de son yıllarda popülerleşen ancak ilk kurulum amacı eğlence ve sosyalleşmek olan bir site olan ekşisözlük yönetimi şöyle bir e-posta alıyor:


“Sayın yer sağlayıcı;

Aşağıdaki alan adlarına yer sağlayıcılık hizmeti verdiğiniz tespit edilmiştir.
Bu kapsamda derhal bunlara yer sağlayıcılık hizmetine son vermeniz gerekmektedir.
Aksi takdirde herhangi bir bildirimde bulunulmaksızın yasal işlemlere başvurulacaktır.

Diğer taraftan; bundan sonrada; 5651 sayılı kanunda sayılan katalog suçlar (müstehcenlik, fuhuş, çocukların cinsel istismarı, vb.) kapsamındaki internet sitelerine yer sağlayıcılık (hosting) hizmeti vermemeniz gerekmektedir.
Gereğinin derhal yapılmasını ve sonucundan bilgi verilmesini rica ederim.

Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu
Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı
e-mail: soru@tib.gov.tr

Ne var ki, yıldan yıla artan siyasi kutuplaşmaların yanı sıra, her görüşten insanın gerek eğlenmek gerekse siyasi düşüncelerini paylaşmak amacıyla girdiği sitede bu konu neredeyse infiale sebep oluyor ve bugün TİB bir bildiri yollayarak, ekşisözlüğün listeye yanlışlıkla girmiş olduğunu beyan ediyordu. 

Şimdi tabii ki konumuz ne ekşisözlük, ne de “ufak çapta atılmış” bu geri adım.

Konu 8 yıldır yurt içi ve uluslar arası oynanan kalleşçe ve çirkin oyunda aynı insanların mışıl mışıl uyuyup, konu bir internet sitesi ve kendi alanları (evleri) olunca birden bire diklenivermeleri konusudur.

Yıllardır bu memlekete yapılanları düşünsenize bir, usulsüzlükler, yandaş kayırılarak yapılan ihaleler, yolsuzluklar, 2B arazilerinin talanı, ormanlık arazilerin göz göre göre katledilmesi, su toplama havzalarına kaçak yapılanmalar, doğayı ve ekolojik dengeyi hiçe sayarak yapılan saçma sapan satışlar, yeraltı yerüstü kaynaklarının yok pahasına özelleştirilmeleri, kamu mallarının gereksiz özelleştirmeleri, insan hayatını tehdit ettiği apaçık bilinen siyanürle altın arama peşkeşi, daha saymakla bitmeyecek nice kötülükler yapıldı… Anlamak mümkün değil, işte daha açık ve net ne olsun? İnsanlar ölecekler, doğa bilmem kaç yüz yıl kendini tolere edemeyecek tahribata maruz kalacak, birçok bitki ve canlı türü yok olacak… Adam bütün bunlar olurken bakınıp dururken, konu internetteki yasak olunca sokaklara dökülme AİHM’e gitme kararları falan alıverdi. Hem de öyle böyle değil, binlerce insanın katılımından bahsediyoruz, şunun şurasında iki üç günlük dava bu…

Aslında tabii ki konuya ilk etapta bu boyutta eleştirel bakma refleksini bir yana bırakacak olursak, bir de iyi tarafı vardır bunun. Ki o iyi taraf derhal tespit edilmiş ve yazar ve okur kitlesi çok yoğun olan bu site denek olarak kullanılmış ve şöyle bir bakılmıştır, nabızlar yoklanmıştır… Sonra da “haağ” deyip, sehven, mehven durum “yanlışlıkla karışmış site adı” diye geçiştirilmiştir. Olacak iş mi? Yanlışlıkla ne demektir? Böyle bir kuruma çoluk çocuk oturtsanız bu denli ciddiyetsiz bir yanlışlığı yapmaz.
Sokaklara dökülmek ancak böyle parti üstü bir boyutta toparlayıcı ve belirleyici olur. Ve işin en kötü yanı da insanlar sokaklara dökülerek “topluca hareket edebilme refleksi”ni çok kısa bir zaman içinde kazanıverirler. O yüzden konuya tek tek “şu site kapanmıyor, o zaman bana ne” diye yaklaşmayıp, her ne şartta olursa olsun, bu karşı duruş eylemi için sokağa çıkılmalıdır.

Bir yanda böyle bir karşı duruş eylemine zemin hazırlayan ve çok büyük ses getiren bir “site” var… Diğer yanda ise memlekette yüz yüze olduğumuz koca gerçekler.

Meselâ geçen gün Deniz Kuvvetleri’nin Balyoz Davası’ndan tutuklu Tümamirali Cem GÜRDENİZ’in savunmasını okudum. O savunmasında Cem GÜRDENİZ, dahili ve harici bedhahların neden Deniz Kuvvetlerinin 28 yılda yetişebilen bu firkateyn komutanlarını tasfiye etmek istediklerini, gayet açıklayıcı bir dille anlatıyor ve Doğu Akdeniz’deki petrol rezervlerimize kimlerin ellerini uzattığını, bu tasfiyenin yeri ve zamanı geldiğinde emperyal güçlerin işine nasıl yarayacağını gayet düzgün ve anlaşılır bir biçimde ifade ediyor, hem yaptığı haltın ne anlama geldiğini bilmeyen ve anlamak dahi istemeyen yargıyı hem de Türk halkını çarpıcı bir biçimde uyarıyor…

Şimdi ne desek boş tabii… 12 Eylül referandumunda “yetmez ama evet” diyenlere, kardeşim bak sen de aynı gemidesin, gemi batıyor, denizlerimizdeki petrol ve doğalgazdan muhteva enerji rezervlerimiz, torunlarımızın geleceği, mirasımız, göz göre göre elimizden çalınmak isteniyor desek alacağımız yanıt ne olur?

“Yetmez” derler herhalde buna da…

İnternetine sahip çıkanlardan, şu memlekete de bir parça sahip çıkmalarını diliyorum!




4 Mayıs 2011 Çarşamba

Devri Alem...

ey sanatı yıkanlar:
bu topraklar
öyle bir güler ki adama,
yabanıl otlar içinden çıkıp,
“ucube kadar taş düşe kafanıza”
diyerek,
başı dimdik ve rengârenk.
o öyle bir çiçek alayıdır ki
ışığına, dokusuna
kokusuna şaşarsın…
suları bu toprağın suları,
derdimle dertlenmez sanmayasın.
bütün sırlarımı tutar da,
söylemez kimselere...
Ilgaz'ına çık da gör, vatanımın.
bir haykırış, bin ses olur
binlerce nefes,
ve yankısı çağlar
Anadolu diyarında!
derken bir buluta değer gözlerim,
avuçlarım kadar yakındadır bulut
bahar zamanında mevsimlerin,
en güzel aşkları yağdırır
örgülü saçlarına Elif’lerin…
bilmez misin
kaç tarihten güler
kaç tarihten sır tutar
kaç tarihten haykırır
bu deli toprak?
kaç haini gömmüştür
ve kaç düşmanı yıkamış,
orada gürleyen ırmak!?
...
ey ihanetin ilkel mahmuzu;
bil ki,
senin yasaklarını tanımayacak
bu Türk'ün Anadolu’su!
mesela
istediği kadar yok saysın
aşkı,
din taciri ahmaklar,
“ah çinçini çinçini
öpem ağzın içini”* diye
türküler yakacak
sevdalı ozanlar!
istediği kadar sansürlensin
şu dijital ovada,
eli kalem tutanlar
bil ki benim
genlerime yazılmış,
binlerle destanım var!
burası devri âlem bir diyar
hem bilge, hem ihtiyar.
uymaz yurdumun müziğine diyorum
uymaz,
çöl iklimlerinden gelme
Arap yaylar - kanunlar...
bil ki  kusar bu topraklar, kusar
kini, nefreti,
kol kola girmiş sömürgenleri.
bu yapılan hain talan
bir gün  devrini tamamlar.
çalınmış hasatlar var
çalınmış hasatlar!
bil ki ellerim kocamandır
ve emektar
er ya da geç, hepsini
toprağıma geri katar.
Anadolu’m!
her daim derin,
ve devri âlem bir diyar…

“devri âlem”
j.ak
04.Mayıs.2011

……….

*Türkü adı: “çamdan sakız akıyor”
Söz-müzik:   Anonim...
TRT repertuar no: 0321
Yöre: Kahramanmaraş

1 Mayıs 2011 Pazar

SÜRREEL BİR YAP-BOZ!


Bir yap-boz düşünün, çok küçük parçacıkları var ve resmi bir türlü tamamlayamıyorsunuz. Günlerce masanızın üzerine yatırmışsınız o renkler şekiller hep biri birine benziyor ve rengi de şekli de bir türlü yan yana koyup göremiyorsunuz. Bu meret oyuncakların da zoru çok zordur.

Bizim önümüze konan yap-boz ise beşinci kalite sürreel bir resim gibi mübarek. Neredeyse tüm parçalar yerleştirilmiş, biz şu son kalan üç beş parçaya da açmış ağzımızı bakıyoruz ancak. O parça oraya uyar mı acaba, yoksa uymaz mı?

Tümünde yaşamadı mı insanlar aynı kargaşayı? Ergenekon’da, Balyoz’da…
Ucu açık anlaşılmaz ve anlamsız bir sürreellikte  bir takım resimler, tıpkı birer yap-boz gibi, karman çorman edilmiş ve insanların önüne atılmış. Birleştirebilene aşk olsun…

Yaşanan son olayları tekrar etmeye gerek var mı? Hakkâri’de Türk Bayrağı yakılıyor, kimsede tık yok, Aksaray’da yüzü gözü bağlı PKK teröristleri yine bayrak indiriyorlar yine tık yok, derken bebek katliamı konusunda birinciliği kimseye bırakmayanlar Taksim’de kreşe molotoflu saldırıda bulunuyorlar, yine izleniyor ve duş kıvamlı su serpilmek suretiyle mukabele ediliyor bu eli kanlı teröristlere…
Hani daha bu olaylardan sadece bir hafta önce YGS kopya skandalını protesto etmek amacıyla hakkını arayan liseli pırıl pırıl gencin üzerinde tepinen ve Allah yarattı demeden döven bizim polis olmasa, bir şey demeyeceğim. İmamın ordusu PKK’lı terörist pışpışlıyor adeta... Bir sırt sıvazlamadığı kalmıştır imamın ordusunun. Askerimizi Balyoz davasıyla tasfiye edenler, devleti AKP adı altında küçültmüşler ve PKK teröristleriyle beraber “müsamere” tadında bir oyun sergilemekteler.

Sanki durum bu değilmişçesine, Bebek Katili Abdullah Öcalan: “Çözüm umudum kalmadı. Kendinize güveniyorsanız işte Yemen'deki, Tunus'taki örnekleri görüyorsunuz, ben sizi tutmam. Gücünüz yetiyorsa hazırlığınızı yaparsınız, demokratik özerkliği kurar, hayata geçirirsiniz” diyor. (Muhalif Gazete 29.Nisan.2011)

Bunların tamamının bir iç savaş kışkırtması olduğunu söylersek pek de abartmış olmayız sanırım!

Önümüz seçim ve seçilebilecek olan partilerin tamamına yakını anayasanın değiştirilmesine onay vermiş durumdadır. Değişmez ilk dört madde ile ilgili beyin fırtınaları esip gürlüyor artık. Konuşulmayanlar konuşuluyor. Ancak benim fikrim en başından beri bu işin kâğıt üzerinde bitirilemeyeceği doğrultusunda idi. Ne var ki bu anayasal değişim süreci sonrası için de bazı bir takım düşüncelere kulaklar alıştırılıyordu…

ROF.DR.ÜMİT ÖZDAĞ: ANAYASANIN İLK DÖRT MADDESİNE DOKUNULURSA, TÜRK MİLLETİ'NİN SİLAHLI DİRENİŞ HAKKI DOĞAR.DAHA ÖTESİ VAR MI ARKADAŞLAR..! Diye sesleniyordu youtube’a konulmuş bir videoda.
(Buvideo 2 Ekim 2006’da Zafer Tekyol tarafından servis edilmiş.)

Tabii faşizm artık tek ağızdan geliyorum diye bağırırken tüm bunlarla kalınsa yeter mi? Yetmez. Artık yaşam alanlarının sınırlanması öyle bir hâl alacak ki oruç tutmayanı,  mini etek giyeni, rakı içeni, kafayı poşete geçirmeyeni dürtüklemenin adeta masumlaşabileceği bir duruma girilecektir.  

22 Ağustos 2011 tarihi faşizmin hançer gibi boğazımızı kestiği tarih olacaktır!

Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) Bu tarihten itibaren paket internet denilen bir uygulamaya geçecek. Haydar, baldız, adult gibi sözcükler ilk aklıma gelenler. Bunlar gibi daha saymakla bitmez sözcüklerin kullanıldığı sitelere erişimin engelleneceği yeni bir sansürleniş şekli başlayacak.

Bunun gerçekten de çocukları pornodan uzak tutmak amacıyla yapıldığını düşünmek ve sanmak kadar safiyane bir düşünce olamaz. Bu paket siyasal bir işleyişin başlangıcı olacaktır. Ve üstelik Proxy DNS ayarlarını değiştirmek de suç sayılacak ve derhal kanuni işleme tabi tutulacak…

Şimdi düşünün Anayasamızın ilk dört maddesi değiştirilmiş ve Türk-kürt Federe Devleti gibi akıllara ziyan bir proje hayata geçmiş… Atatürk milliyetçiliği diye bas bas bağıran bizlerin Türk Milliyetçiliği, Kemalizm gibi sözcükleri kullanmamıza müsaade edilir mi? Kemalizmi savunmak anayasal bir suç haline gelmez mi o zaman?

Ben sesli düşüncelerimi paylaştım sadece. Ama durum ne yazık ki ortadadır.

2011 için düğmeye basılmıştır!

 

27 Nisan 2011 Çarşamba

TEKRAR ÇAL SAM!

Bir insanı anlamak, o insanı tanımaktan geçen uzun ve zahmetli bir yoldur.
O insan ne kadar samimi ise, onu o  kadar tanırsın.
Olduğun kadar da anlarsın.

Zaman zaman içimizden şunu deriz; “Bırak biraz da karşındaki insan seni anlamaya çalışsın…” 

Çünkü bir tarafın çabası ne tanımak ne de anlamak için yeterlidir… Samimiyet yoksa durum tam bir kısır döngüdür. İki ucu kapalı bir dehlizde tenis topu yapar adamı. Bir o yana bir bu yana çarpar, gerçek yolu bir türlü bulamazsın!

Bir şeyler anlatmaya çabalar vaziyette bulursunuz kendinizi, ancak sözcüklerin yetersiz kaldığı an, tanımlanmaya fırsat verilmeksizin yapılan yüksek irtifalı bir geçiştir ki, tüm anlatılanları bir karadelik gibi yutar. Dersiniz ki, “e canım işte anlatımlarım ortada, çaba harcasın insanlar.” O dakikadan sonra çabalara ve o derin sessizliğe “niyet okumalar” dahil olur ki aman diyeyim aman! Kaçmak çözüm olsa derhal kaçarak uzaklaşın diyeceğim… Ama ne var ki kaçmak çözüm değil. Vatan da bizim, insan da!

Kopukluğun başlangıç yeri yukarıda kişiselleştirilmiş ve bireye indirgenmiş tanımlardadır. Çünkü herkesin düşüncesinde o tanımların sembolleri mevcuttur.
İsimlendiririz ve o bir şekildir ya hani,

“dinci”
“ırkçı, faşist”
“Atatürkçü”
“Kemalist”
“CHP – Y-CHP” ve sonra,
“Seçim” falan deriz…

Listeyi uzatmak mümkün. Ben işime gelenleri sıraladım. Bu adları okuduğunuzda kafanızda neler şekilleniyor merak ediyorum. Ve biliyorum bu denli kült ve yanı sıra bu denli hayatın içine gark olmuş sözcükleri bile dillendirdiğimizde ya da yazılı bir metinde gördüğümüzde her birimizin kafasında farklı şekiller oluşuyor. Postmodernist filozoflardan Derrida bu konuya oldukça kafa yormuş. Sanırım retorik denen şu insanı şekliyle çarpan ve bir anda kavrayan yazı yazma olgusu da bu düşünceden sonra daha farklı bir anlam kazanmış olmalı…

CHP’den konuşurken kimileri hâlâ daha 1978’lerin Karaoğlan’ını anımsıyor ve Kemal Kılıçdaroğlu ile arasında bazı bağlar kurabiliyorsa Derrida çok haklıdır… Asker kökenli biriyle Atatürkçülük ve Kemalizm konusunda konuşurken size “Kemalist ile Atatürkçülük arasında ne fark var?” diye sorabiliyorsa kendini tanımlamak konusunda acz içindedir. Bu durumda anlamak için önce kendi tanımını ortaya koymalıdır. Bursa Nutku’nun Nutuk’a sonradan eklenmiş olduğunu söyleyerek, “Atatürk gençleri teröre teşvik etmiş olamaz” … gibi bir söz öbeği de aynı tanımazlıktan ve donanım aciziyetinen kaynaklanır zira…

Tabii ki konuyu “anlamak ve dert anlatmak” ekseninden ele almamın nedeni, gerçekten samimiyetine inandığım fakat kült şekillenmişliklerle giden insanların çokluğudur. “Duymak istemeyen kulak sağırlığı” ete kemiğe bürünür ve bu kez sözcükler o dehlizde tenis topundan farksız bir halde çarpadurur… CHP=laiklik kalıbından yırtarak altı okun diğer oklarına da zihin yoluyla icabet edenlerdense, soru gelir:

“ Eee o zaman hangi partiye vereceğiz oyumuzu?”
 
Ben bu kısır döngünün, bu seçim sistemi ile daha çok çok uzun yıllar sürebileceğini düşünüyorum. Çünkü takım tutma havasında gelişir oy verirkenki tutum. Bu adaylar ne zaman halk tarafından belirlenir, ne zaman milletvekili aday adayı olmak sadece cebinde tomarla parası olanların hakkı olmaktan çıkıp halkın da siyaset yapmasına izin verilir, işte o zaman bu halk neyin ne olduğunu kavrar, bilir. Ama bu şekil bir seçim sistemi insanları siyasetle ilgilenmek konusunda bezdirmiş ve kolayından fanatik birer taraftar yapmıştır ancak… Emperyalizmin işine gelen de budur.

Şu ana kadar AKP’nin uyguladığı ekonomi politikaları için Y-CHP’li Binnaz Toprak “AKP akıllı davrandı” demişti. Kendileri iş başına gelince de aynı politikaları devam ettireceklerini söyleyerek kanımızı emenlere yeşil ışığı yakmıştı. Daha sonra da Y-CHP’nin Doğan medya grubu tarafından bolca reklamının yapılması süreci var zaten. Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim vaatleri arasında şüphesiz ki en çok üzerine konuşulan ve popülerliğini başka hiçbir vaade bırakmayan şu “aile sigortası” konusu var. Tabii böyle bir vaat olur da diğerlerine bakılır mı hiç? Birer satırla geçiştiriliyor diğerleri. Benim dikkatimi çekenler, seçim sistemini değiştirecekleri, barajı düşürecekleri, dokunulmazlıkları kaldıracakları(!)…

Yazıya başlarken samimiyetten ve irtifa farkından doğan türbülansın söylemleri bir karadelik gibi yutmasından bahsettim ya hani? Ve dedim ya niyet okumalar tam burada başlar diye. İşte şu an aklıma buna benzer binlerce samimiyetsiz ve “insanı aptal yerine koyan ifade” geliyor.

Oysa bu üç vaadi neredeyse tüm partiler her seçim öncesinde vermiyor mu? 

Seçim yasası değişecek,
dokunulmazlıklar kalkacak,
baraj % bilmem kaça inecek… 

Seçim vaatleri, bir klâsik Amerikan filmindeki o unutulmaz repliği getirir aklıma; 

“Play it again Sam!”


20 Nisan 2011 Çarşamba

İstanbul'un göbeğinde Türk Bayrağı indirmek...

Kerameti İstanbul'un göbeğinde buna  gözyuman idarecilerde aranması gereken eylemdir.
 
İzin verilirse adam gelir bayrağını da indirir, başka şey de yapar. Küfretmenin pek bir anlamı yoktur yani.

"Burası aşk bahçesi değil diyen polis" atlantik ötesindeki imamın polisi olduğunu günden güne göstermektedir. (imamın ordusu)

İktidar da ABD'nin iktidarıdır zaten. Bu milletin iktidarı değil. Etnik milliyetçiliği burnumuza soka soka bir hâl olan kendileri değil miydi yıllardır? Al işte sana etnik milliyetçilik yapan yüzü gözü bağlı pekekeeeli sürüsü. Memnun musunuz şimdi yarattığınız saçmalıktan? Evet tabii ki herkes memnun. Alan da memnun satan da.

Ulus devlete karşı olan bu yetmez ama evetçiler, kürtçülük yapan güruh, buna karşı bir başka "ulus" devlet kurmanın peşinde.  Bu nasıl bir paradokstur anlayan beri gelsin. Bunu da kendi iradesiyle yapabilecek gücü ve aklı yüzlerce yıldır bulamamış ancak ABD'nin götüne yaslanmak suretiyle hayata geçirmenin peşine düşmüş bir zavallılık. Ki bu konuda ABD sadece kendi yüz yıllık plânını gerçekleştirmenin peşinde. Sana bir faydası olsun diye yapmıyor yani yaptığı şeyi. Benim toprağımı, suyumu, enerjimi çalarken bu hırsızlığa senin ağzına çaldığı bir parmak balı paravan ediyor. Hepsi bu.


E madem bu kadar kararlıydın da neden kendi iraden ve aklınla yapamadın yüzlerce yıldır bu işi? Böyle yangından mal kaçırır gibi kurulmaya çabalanan devlette o yüzlerce yıldır sürdürdüğün toprak ağalığı aşiretler, şıhlar şeyhler bir anda temize mi havale olacak? Kadın hakları konusunda birden bire üst levellara mı zıplayacaksın? Madem indirilen Türk Bayrağı'ndan bu kadar gocunma halindesin, neden o bayrağın altındaki meclise girmek için kıçını yırtıyorsun? Ya öyle ol ya böyle. "Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!"

Bir de duruma diğer cepheden bakmak gerek tabii. Bu iktidar ve onun YSK'sı acaba bu 12 bağımsız milletvekili adayının vetosu kararını alırken, bütün bu taşkınlıkların olacağını hiç mi bilmiyordu?
Hayır,  gayet iyi bilir bilmez olur mu hiç? Nedir o zaman?

1 Mayıs mitinglerinde işçilere, YGS'deki kopya skandalına karşı duran liselilere yapmadığını bırakmayan polis, neden o bayrak oradan inerken dut yemiş bülbül gibi izledi?  Arzulanan nedir? Toplumsal bir infial mi hedeflenmektedir? Yeni mağduriyetlere zeminler mi hazırlanıyor kürt faşistlerinin azmasına müsade edilerek?

Bu sadece danışıklı bir döğüştür.

İzin verilmek koşuluyla oynanan danışıklı bir döğüş.
Bir de infial yaratılarak buradan bir mağduriyet maması çıkarttık mı, tamam işte...

Bundan iyisi şamda kayısı!




Sonuç olarak memlekette gelinen yer hiç de iç açıcı değil.

İETT Otobüsü şöförü Taksim'in göbeğinde otobüste biraz birbirlerine yakın duran bir çifti ahlâk polisliğine sıvanarak otobüsten indiriyor. Belediye otobüsleri kimlere hizmet verir, bu ülkede vergisini vermek belediyelerden hizmet almak için yeterli değil mi? Maalesef artık değilmiş.


Yine bir lojman parkında bir polis bu kez birbirine biraz yakın durdular diye nişanlı bir çifte "burası aşk bahçesi değil" deyip, bir de ekip çağırmakla tehtid edebiliyor. 


Kürt faşizmi artık iyicene gözü dönmüş bir biçimde benim bayrağımı indirebiliyor ve kolluk kuvvetleri de buna ancak su sıkmak suretiyle mukabele ediyor...

Bir yanda birbirine sımsıkı sarılmış dinci yobazlar var...














Tıpkı resimdeki gibi biribirine sımsıkı kenetlenmiş. 
Atlantik ötesinden esen rüzgârı da ardına katıp yıllardır esip gürlüyorlar... 
Bir yanda eli kanlı kürt faşizmi. Aynı pupa esen o rüzgârdan nasiplenerek biribirine kenetli sıkı sıkıya bağlı ve topluca hareket edebilen örgütlü bir güruh...
Diğer tarafta solcu geçinip, "yetmez ama evet" diyen ve hangi akla hizmet ettiği besbelli  asalaklar sürüsü...

Yapılanlara kızamıyorum nedense artık. Bizler ne kadar BİZ'iz?  İşte bu soruya verecek hiçbir yanıtım olamadığı için ancak KAHROLUYOR ve UTANIYORUM! 
Çünkü "sözkonusu vatansa gerisi teferruattır" sözü maalesef sadece kenar süsü olarak kalmaya mahkum bırakılmış. Çünkü ne zaman toplu bir hareket yapılacak olsa, bunu her türlü manüpilasyona açık hale getiren salaklar ordusu iş başında. Ve bir post kavgasıdır ki  korkarım  memleket bitecek, bu zırvalıklar  bitmeyecek. Çok yazık!

Bayrak indirenler, otobüsten adam indirenler, aydınlarımızı katledenler çok olur daha.

Biz de ayrıksı duyarlılığımızla daha çoook izleriz!

Şu badem bıyıklılar kadar olamadık. 

Yuh olsun BİZ'e!




16 Nisan 2011 Cumartesi

Ağızdaki Sakız Kadar Değeri Olmayan Sanat...

Sanat iktidarın iki dudağı arasında ve cakkada cakkada çiğnenen bir sakız kadar değeri yok. Ertuğrul Günay, Sümeyye Erdoğan'ın tiyatro krizinden sonra, yeni inciler yumurtlayarak, heykel krizinde düşmüş olduğu basiretsiz durumdan, iyi bir çıkışla kurtulma çabasında ve o melun ansıdan kurtulabilmenin peşinde sanırım.

 

Yine bir taşla iki üç kuş. Edilen lâflar çok çarpıcı. Mesela "Devlet sanatçılığı Sovyetler'den kalma" gibi. Şimdi düşününce sadece tiyatrocular mıdır bu Devlet Sanatçılarımız?

 

Devlet Opera ve Balesi var mesela. Bu oluşum, içerisinde operacıları baletleri balerinleri birçok klâsik batı müziği  sanatçılarını da barındırır. Tiyatrolardan dem vurarak, "zaten özel tiyatrolara destek veriyoruz" demiş Ertuğrul Günay. İyi demiş de, hangi özel tiyatroların devletten yardım aldıkları ortadadır.

 

Devlet tiyatroları dünya klâsiklerini döndüre döndüre oynarlar.  Bu son derece evrensel oyunlar ufuk açan ve estetik değerleri artıran özellikler taşımasının yanısıra politik anlamda da kafa açarlar. Peki ya şu devletin her yıl destek verdiği özel tiyatrolar ne yapar? Hâlâ daha vodvil türündeki o sığ ve belden aşağı kalın hatlı mizah anlayışıyla ya da seksist belirleyicilikler üzerinden dram içeriğine sahip oyunları oynarlar. Etliye sütlüye karışmazlar yani pek. Tam da günümüzün faşist siyasetinin istediği doğrultuda oyunlar yazılır ve oynanır. Hatta iktidara beğendirme kaygısı taşıdığını bile görürüz zaman zaman...

 

Opera ve Baleye gelecek olursak, estetik değerleri yücelten, son derece çağdaş ve ruhu tamamlayıcı sanatların, içiçe girmiş halini görürüz. Müziklerle danslarla ve seslerle... Peki bunların özelleri var mı? Elbette var. Ancak son derece yetersiz ve olması gereken disiplinden çok uzaktadır. 


Tabii bu konuyla uzantılı akla hemen bu sanatçıların yetiştiği Devlet Konservatuarları geliyor. Devlet Tiyatrolarının kapatılması durumunda bu okullara da ihtiyaç kalmadığı öne sürülebilir ve bu eğitimin de özel üniversiteler tarafından verilmesi gibi bir inci ile karşılaşabiliriz ikinci üçüncü hamle olarak. Kaçınılmazdır bu trafik...

 

Ancak memlekete biçilen kıyafetin siyasal islâm oluşundan yola çıkacak olursak, o balerinlerin, baletlerin kostümlerini düşünün bir. Mesela bir Ay Işığı ya da Kuğu Gölü, zaman zaman partnerlerin sevişmelerini, son derece nahif ve zarif bir biçimde anlatan temaları da içerir. Bu görsel şölen, insan bedeninin hareket mühendisliğiyle, estetik değerlerde buluşma noktasıdır ki seyrine doyum olmaz...

Ancak şöyle bir yumurtlanılan incilere bakıyoruz ki biri çıkıyor:

"Müslümanlıkta sevişmek yoktur" diyor mesela. 

Diğeri çıkıyor:
 
"Dekolite giyene tecavüz ederler" diyor.

Sonra başka birileri çıkıyor:
 
"Osmanlılarda öpüşmek yoktur" diyor.

Şimdi tabii insanın aklına bunlar yığılınca Devlet Tiyatrolarında oynanan o çağdaş oyunlardan tutun da, o Mavi Tuna'nın eşsiz ikliminde bir sevişmenin estetik mucizesinin sahnelenmesini düşünün bir... 


Olacak iş mi!?


Çok mu paranoyakça oldu bu yaklaşımım bilmiyorum ama, lâflar ortada, bahane hazır, Ertuğrul Günay'ın bu bahaneye atlaşyış şekli de ortada... 


Bu yasaklanmaların ardı arkası kesileceğe benzemiyor. En azından bir yol haritası belirlenmiş durumdadır. Önce söyleniyor, dillendiriliyor,  sonra yavaş yavaş tepkilere göre hayata geçiriliyor. Seyirci olmaya devam edildiği sürece de yaşamsal alanların sınırları siyasal islâm temelleri üzerinden belirlenmeye devam edilecektir. 




                                            
                                     Durmak yok, yola devam!

 


Sanat sosyolojisinin, coğrafya ve din sosyolojisiyle  iç içe girmiş tarihsel yürüyüşü ve günümüze gelişi konusunda hep Avrupa rönesansının o asla yakalanamayacak olan güzelliklerine gıpta eder dururdum. Şimdiden sonra oyunları da dansları da kitaplardan okuyup, videolardan izleyeceğiz sanırım.

Bu nasıl bir çöküş, nasıl bir yok oluştur ki, sanat faşizmin ağzındaki sakızdan bile daha değersiz?
  


Çok yazık!

12 Nisan 2011 Salı

Yürek İklimi

yaşam dolduramaz bazen
yapılan o süslü tanımların
altlarını.
koskoca korkular bile
eridi gitti
onlar buzdan dağlardı sanki
içimizdeki.
ne bir ot bitebilir
bu evrilmiş yürek iklimlerinde
ne de artık

binbir rengârenk çiçek,
toprağımıza serilir...
tekrar görüşülmeyecek biriyle
görüşürüz diyerek ayrılmak
gibidir.
dil sürçmesi de değil,
yazım hatası falan da
gönül sürçmesidir bu düpedüz
gönül sürçmesi...


"yürek iklimi"
j.ak
12.Nisan.2011

Seçim 2011

rüzgârın terkinde
memleket çocukları
çocuklar çiçek gözlü
al-beyaz, umut sözlü

ellerinde mendiller,
olmuş deli divâne
uçuşur ellerinde
kadın Anadolu'nun...

kapıldı güruh kandı
sandık çoktan kapandı,
bütün roller kapıldı
sana figüranlık kaldı.

umut sözlü mendillere
eski şarkılar yazıldı
yeni baştan dinle diye,
zil takıp oyna diye.

en eski oyunlar yine,
yeni baştan yazıldı
sen aldanasın diye,
sen avunasın diye!

kapıldı güruh kandı
sandık çoktan kapandı,
dönüyor aynı devran
olma artık figüran!

"seçim 2011"
j.ak
12.Nisan.2011

11 Nisan 2011 Pazartesi

dokunmuş...

dinlerken ayrılıkları,
gencecik bir sabah
soğuruyor
olmayan notaları ve
yerdeki çiğ damlalarını.
ellerim bir çakıl taşına uzanırken,
uzuyor da uzuyor.
söylenmemiş sözlerimin
pandomimi koca ellerim.
duymadığım tüm sesler için
dans eden soytarıdır şimdi
hint kınalı kalemim.
küçük bir tebessüm diler gibi
aklımın ziyan,
yâr alanlarından...


bir 

onbir onbeş güneşi kurutur
damlalarımı
ve bir vapur kalkar aynı saatte.
göğsümdeki kafeste
beraber ve ayrıyken
taş,
vapur,
güneş,
kalem ve ellerim,
ben yalnızca
bir şiirdim,
yazılmadan okunmuş
sessizliğe dokunmuş,
tek başına bir şiir...

"dokunmuş"
j.ak
11.Nisan.2011

Adım...

sadece gelmişim, bilmeden
adını ben koymadım attığım çığlıklarımın
büyürken ellerim, saçlarım, yüreğim,
küçüldükçe küçüldü adları,
tüm değerlilerin
ki ben koymadım.
namusun, darağaçlarının, ar ağaçlarının
törelerin, yörelerin, katliamların, savaşların
adlarını ben koymadım.
özgürlüğü özledim durdum,
ve hep peşinden koştum ama
adı vardı yalnızca kitaplarda o da,
ben koymadım.
kaç ağacın hamuruyla
kondu ki benim adım?
bilmiyorum sayamadım,
ki her bir yaprağın kokusunda
kayboldu sözde karanlıklarım.
bir yosun tanıdım, bir deniz, bir gökyüzü,
her bir yaprak, 
yakınlaştırırken bana ölümü...
bir zaman tanıdım sonra,
bir de güneş ki, adını ben koymadım.
ben geldiğimde, vardı her biri
gideceğim yeri tarif eder durur kimileri
adını ben koymadım.
kurallar oldum ve kadın
ve anne ve bir çift meme
adını ben koymadım.
oluk oluk din oldu heryer,
kin oldu, öfke, nefret...
adını ben koymadım,
ben koymadım adını!
yürek çarpıntıları oldu sonra içimde
ürkek.
kırıldı can evimdeki
cam, çerçeve,
ağaçların ve yaprakların yalancısıyım
adını ben koymadım aşkın.
ben sadece
bende alıkoydum
en yüce sevdanın adını
dakikada altmış kez
devrim atan bu yüreğe
topyekün doğdum, 
memleket diye...

"adım"
j.ak
11.Nisan.2011